28 Aralık 2008 Pazar

kardan mail

Ankara kadar soğuk bir yerden bir dost inbox a bir kartopu fırlattı bugün. (Ece Temelkuran yazmış..)

"Sıkıcı bir pazar. Soğuk bir pazar. Gri. Divana uzanıp battaniyeyi alıp camdan dışarı bakmak en iyisi. Yarı okur yarı okumaz, yarı uyur yarı uyumaz, siftine siftine, düşük şiddette bir sıkıcılık felci içinde yuvarlana yuvarlana...
Ne uzun bir pazar olur bu pazar, eğer düşünmeye başlarsan. Camdan gördüklerinin seni gönderdiği düşler ve fikirlerle uğraşmaya başlarsan. Başlama... Çünkü, insan hayatını görür bazen bu sıkıcı pazarlarda. Pazar günleri yapamadıklarının toplamı oluverir aniden.

Yan koltuk yolcusu

O otobüse binmeseydin o gün, gitmeseydin, bugün burada mı olacaktın? O garda, ziftli insanlar bavullarıyla karışık sana bakıyorlardı, herkes sana bakıyordu ve sen geri dönmeyeceğini düşünüyordun.
En doğrusu buydu... Otobüs geldi, bindin ve aldığın kararın ne kadar ağlamaklı, ne kadar dramatik olduğunun farkında olmayan hayat, yanına o ucuz trikosu ter kokan, şişman, çenesinde sakallar olan kadını koydu. Oysa onun peşinden gelmesini, geri dönebilmeyi, bundan sonra hep mutlu olmayı, onun hep mutsuz olmasını değil. Bir tek bunu dilemiştin. "Nen var hanım kızım?" diye sormayacak bir yan koltuk yolcusunu...
Oysa yanına oturdu o kadın ve ne yaptığını düşünemeden, doğru dürüst ağlayamadan, camdaki aksinin akan yolla akışına bakamadan bütün yolu bayağı bir sıkıntıyla geçirdin. Ve şimdi, yıllar sonrada bakınca aklında bir tek kadının çenesine bakmamaya çalışırkenki sıkıntın kaldı.
Oooof! Offffff! Dön öteki yana.

Ev bataklığı

O gün, o adamı orada affetmeseydin, zaten affedemeyeceğini kabul etseydin, bugün burada mı olacaktın? O korkunç gecede yanında değildi ve ondan sonra da olmasa da olurdu. 'Belki affederim zamanla' deyip kendini kandırmasaydın, o gece onun kucağında yatmak o kadar tatlı gelmeseydi, o uzun konuşmalardan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey olmayacakmış gibi televizyondaki bir diziyi seyretmeye başlamasaydınız, o içine battıkça ılıklaşan, ılıklaştıkça içine battığın ev gecelerinden birinde öfkenden vazgeçmeseydin...
Alsaydın çantanı çıksaydın, çat! Üşürdün biraz, ağlardın, birini arardın 'Evde misin? Müsait misin?', saçın başın yüzüne bulaşırdı yağmurda, sonra bir kaç gün acı çekerdin ve sonra bir kaç yıl daha...
Ooooof ki of! Dön beri tarafa.

Kalsaydın...

O ülkeden hiç dönmeseydin. Orada, eylemcilerle birlikte, gettolardan birinde kalsaydın. Hiç kimse olsaydın, hiç kimse olmaktan korkmasaydın, kaybolmaktan.
Akıp gitseydin. Seni merak ediverselerdi, peşinden geliverselerdi, bulamasalardı seni, ağlayıversinlerdi, ne olacaktı ki? Şimdiye kaç bin kere geçerdi öfkeleri. Herkes olup biteni unutmuş, sen yaşamış olurdun. Sanki bilmiyormuşsun gibi: Geriye bir tek hikaye kalır.
O savaşın ortasında kalsaydın, öteki şehrin meydanında. Berikinin hayatında, şurdakinin anılarında. Ne olurdu? Ne olurdu ve bu soruyu kendine daha kaç kere sorabilirsin? Daha kaç pazar kaldı geriye böyle geçirecebileceğin? Of!.. Of!.. Of!..
'Hayat yeniden kurulmaz, yakalanır'."

1 Aralık 2008 Pazartesi

"i think it's all about timing. i think timing is everything"

nate: stop listening to the static.
claire: what the fuck is that supposed to mean?
nate: everything in the world is like this transmission making its way across the dark...but everything; death, life, everything, it's all completely suffused with static. *makes static noise*, you know? but if you listen to the static too much it fucks you up.
claire: [pause] are you high?
nate: [pause, smiling] i am actually, yeah. i'm quite high.
claire: [smiling then laughing] you are?!

23 Kasım 2008 Pazar

the way leads a tight sleep

...should pass from two episodes and some more monologue. now everybody on earth can go to sleep...

29 Ekim 2008 Çarşamba

another day with icepyramids in my baileys

Because i forgot the password of our dream blog "ice pyramids in baileys" (yes i did) i am writing down here today. And why I am writing via my plain English is basically the result of another cup of baileys with some ice pyramids in it. (Second time, same feelings flying inside...) Probably I will want Rassa to read it and instead of translating later it is better to write in English now. (even i am not able to express everything via it, but it is ok i guess. we are among friends, isn't it?)
The day ended by watching "Once" and "Heima" one more time. Now in the background the soundtrack is brushing my brain. (How lovely I am torturing myself... Good on me..)
It is getting colder and colder. Not a fresh news i know, but it is important to give hints about the circumstances in order to explain the mood in a right way, right? There is gonna be a Mogwai concert in a couple of days in Stockholm. And probably, again, I won't be able to go. I became a scumbag here. Obviously... Everyday it is gettin harder and harder to get out of bed. Always this weird sadness. No no, I am denying to be called as a "hunted by Scandivain Depression". It is certainly not one of that kind of depressions when people kill themselves out of it. It is more bitter-sweet. Like my baileys with my sweet ice pyramids. Like spoiled milk. Relaxing and disturbing at the same time. I haven't lost my faith on anything yet. No, I haven't. Still I can dream of making music again. Still I can make music in my head. Still I can dream myself walking by the ocean next to Porto, my green skirt flirting with the wind... Still I can dream myself having a beer in Nevizade in İstanbul, and in peace... Someday... In peace, in my own country... Yes I can even dream peace, why not?... Still I can dream myself filled with love and have nothing to worry about to survive, to run the boat anymore... As I told: I haven't lost my faith yet.
It is bitter sweet now. Although the weather is making the city lovely, it is freezing inside of me. You see? Even the climate is bitter-sweet...
I haven't lost my faith... I am still and will be seeking for "Neverland"... Maybe after a couple of more baileys I can see it in my dream?!?
Here is the final song for today...
And in final, it is good to be able to breathe... Isn't it?




When your mind is made up...

so..
if you want something
and you call, call
then i'll come running
to fight, and i'll be at your door
when there's nothing worth running for

when your mind's made up
when your mind's made up
there's no point trying to change it
when your mind's made up
when your mind's made up
there's no point trying to stop it

you see, you're just like everyone
when the shit falls all you want to do is run, away
and hide all by yourself
when you're far from me, there's nothing else

when your mind's made up
when your mind's made up
there's no point trying to change it
when your mind's made up
when your mind's made up
there's no point even talking
when your mind's made up
when your mind's made up
there's no point trying to fight it

so, if you ever want something
and you call, call
then i'll come running.

25 Ekim 2008 Cumartesi

the journey from milk to water

i was alike pure white milk.
(at least that was what i used tı assume myself as)
one day i realized that
i was tired,
and even
could be called as old,
could be called as boiled water:
with no flavor,
with no color,
and in a cup with flowers
waiting to get colder...

15 Ekim 2008 Çarşamba






















bir troll üm bir de ikinci el sallanan sandalyem var artık... sallanan sandalyem minicik... minik bir teyzenin sallanan sandalyesi olduğunu düşünüyorum...

23 Eylül 2008 Salı

bir "battı fish is yan going" klasiği...



















evet evet...
tam şu dakika sıkıntıdan patlıyor ve yalpalıyorum... yer yer solungaçlarımdan hava alırken, kutuplardan basık, ekvatorlara doğru şişik dünyamda belki de fiziksel olarak mimkinatı olmayan bir oksijen yetersizliği içerisindeyim... ve pek tabi ki odaya hava dolduracak "cam açma" aksiyonunu da soğuk havadan mütevellit alamıyorum... 
çok seviyorum seni isveç... 
götümü donduran ikliminle ve her hafta yazmak zorunda olduğum makalelerinle bir başka güzelsin...
bu haftaki makale konumuz: the rise of the creative class... bunun şerefine derin bir "poffffff" benden....

14 Eylül 2008 Pazar















bir de bugün anlamsız yere cabbar'ı özledim...
o cabbar ki şimdi öner ailesinin isve-türkiye hattında iletişimine hizmet etmekte...
"yorulmadın mı be cabbar?" der bağrıma basardım şimdi olaydı yanımda...

(tip not: yandaki fotoğrafta ekmek arası ekmeğe eşlik eden cabbar avrupanın en batı yakasında (portekiz-faro) kader arkadaşlığı yapmakta. yııııl:2006 olsa gerek.)

moon festival




















Asyalı arkadaşların cuma gününden hatırlattıkları üzere bugün "fool moom festival" i kutlanıyor dünyanın bir yerlerinde. nedir bu fool moon festival diye bakarken şöyle bir şeye denk geldim:


"The Mid-Autumn Festival
, also known as the Moon Festival, is a popular East Asian tradition of Chinese origin, dating back over 3,000 years , that spread to neighbouring cultures like Japan. It was first called Mid-Autumn festival in the. The Chinese Lantern Festival is held on the 15 day of the first lunar month."

"The Moon Festival is also a romantic one. A perfect night for the festival is if it is a quiet night without a silk of cloud and with a little mild breeze from the sea. Lovers spend such a romatic night together tasting the delicious moon cake with some wine while watching the full moon. Even for a couple who can't be together, they can still enjoy the night by watching the moon at the same time so it seems that they are together at that hour. A great number of poetry has been devoted to this romantic festival. Hope the Moon Festival will bring you happiness."


İşte bu yandaki de ballandıra ballandıra anlattıkları "moon cake".. Yapabilselerdi eğer, bunu kemirerek bakabilirdim bulutsuz gökyüzüne bugün.. Fazla dramatik kaçmayacağını bilseydim "kiss the rain" açardım yanına hatta...


"...keep in mind: we are under the same sky

and the nights, as empty for me as for you..."

13 Eylül 2008 Cumartesi

10 Eylül 2008 Çarşamba

bir yaprakta bir tırtıl...


her şey önce tırtıl olarak başlamıştı. sonra, boğumları olması gerektiğini fark ettiğimde yani herşey için çok geçti... çünkü o artık bir yılandı ve pembe bir dumana aşık olmuştu. sevenlerin arasına da girilmezdi. o yüzden onlara bir çiçek ve güneş ısmarladım. kendime de 50-100 sayfa daha okuma... okuma okuma okumaaa....

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Yazmak çok Ankara'lı birşey. Ankara ya geldikçe dürten birşey. Böyle elimde kağıtlar olsa yazsam yazsam dediğim nadir yer Ankara. Hani üretkenliği bu kadar baltalayan bir şehrin insanı yazmaya bu kadar sevki de bir garip... (üretkenliği baltalayan derken hangi üretkenliğimi ne vakit baltalamış da saydırıyorum şmidi diye de haksızlığımı sorguladım. tekzip tez elden gelsin...)

Sigara içmek de çok Ankara'lı...
Oğuz Atay'ın tutunamayanlar ı da bana göre ankaralı mesela. Şöyle düşününce hafızamda tuttuğum tüm mısralar Ankaralı keza. Kahve falı Ankaralı. Hamama gitmek Ankaralı. Böyle acayip acayip şeyler hep Ankaralı. Hayret!

Yani burda, bu şehirde kendimle ilgili garip bir durum var. Ben buna bir isim koydum: "pause sendromu" evet evet... literatüre böyle geçsin rica ederim. "pause sendromu". Buranın dışında yaşadığım hayatları çık = ankarada süregelen hayatım... Aynı kokuları başka bir şehirde alsam öyle hissetmiyeceğim misal ama burda "öyle" hissediyorum.

Anlatması o kadar güç olduğundan da "böyle" saçmalıyorum. Burası benim bir yere kadar büyüyüp sonra durduğum yer. Bilmem kaç sene evvele ait hikayeler sanki dün yaşanmışlar. Geri tepen bir tarafı var buranın. Dün gece mesela uykuyla uyanıklık arasında bir an bocalıyıverdim acaba ben İstanbul a yurt kaydına mı gidiyorum bu hafta sonu diye. Ya da Portekiz vizesine geldiğim seferden ne farkı var yani bu gelişimin? Aynı seneryoyu aynı insanlarla tekrarlıyorum. böyle 5 şarkılık bir long play var elimizde bir de pikap; döndür dur hesabı... (dedem bana long play arşivini verecekmiş bu arada. "yerleşik düzene geçince sen" dedi. hiç elime geçmeyecek bir long play arşivim var. aman ne güzel...)

Gideyim de şu balkonda yüzümü bir Ankara'nın gece ayazıyla yıkayayım yatmadan önce...

5 Ağustos 2008 Salı

6 Temmuz 2008 Pazar

birşey var içimde şimdiden üşüyen...














yok yani yazmak istemiyorum aslında melankolik yazılar... melankoli yasaklanmalı bence... oturup hislenmeye, histerikleşmeye ayrılan tüm vakitlerimi geri talep ediyorum kendimden... arzı mümkün olmasa da istiyorum işte... öyle dururken bile panik içindeyim zaman yetişmeyecek diye. niye? halbu ki oturup düşünmek, üzülmek, hüzünlenmek için ne çok zaman harcıyorum. iddia edilenin aksine hiç de idealist bir insan değilim aslında. değilim işte... "niyet" zenginiyim ben. bugün miami yi görmek isteyen ben dün hindistan için ruhumu satardım. hala bir klarnetim olsun istiyorum, çalamayacağımıbilsem de.. çalmak dahi istediğimden emin değilim. mesela dil öğrenmiyorum birkaç aydır, dilim peltekleşşşşşti. en keyif aldığı şey şarkı söylemek olan ben sesimi unutuyorum yavaş yavaş... velhasıl öyle dışarıdan gözüktüğü kadar sıkı değil bağlarım şu hayatla... hani biraz birşeyler dürtse kopup gitmeye hazır. hayır hayır! melankoli olsun diye söylemiyorum bunları... başta dedim "yasaklamak lazım melankoliyi" diye... bir arkadaşım için üzgünüm mesela bugün. ve tek tek elime alıp koliye koyduğum her obje için. halbu ki sadece sinir bozucu olmalı toparlanmak (hop konu dağıldı.) ne diyorduk, evet: melankoli yok şimdi, şu anda.

şimdi asıl konuya dönelim. tabi! "aslında bir konu var". az önce girizgahtı sadece yaptığım. (girizgah yalnız. peh) az önce aralık olan balkon penceresi ve hemen masamın yanındaki cam arasında seriin bir esinti oldu. bu esintiden sadece bir kaç dakika önce sıcaktan bunalmış ben, içi ürpererek ısınmayı hayal ettim. yani çok üşüsem de, hani böyle soğuktan donsam da sesimi çıkarmamalıydım lakin yok... hemen sıcağı aradı vücudum. "alışmak"la alakalı düzensiz bir taraf var bende, belki herkeste... soğuğa lanet, sıcağa lanet... yalnızlığa ve kalabalığa... açlığa ve tıka basa tok olmaya... düzene ve düzensizliğe... yani... düşüncesi mutlu eden bir yer var aklımda... "huzur"u (ki kendisi nerelerde ne zamandır) bulacağıma inandığım. ama garipte bir bilme hali: o yer gittiğim yer değil. olduğum yer değil... alışmışlığım ve alışacak olacağımı bilmek hiç bir anlam ifade etmiyor işte. dediğim gibi alışmanın karışık, düzensiz bir tarafı var işte. kaç kez şu odaya bakıp da değiştirmek, bozup baştan sıfırdan yapmak istedim, kaç kez... ama şimdi... aptal bir mumluğun yerini değiştirmek canımı sıkıyor. diğer taraftan yeni bir ülkede, yeni bir şehirde, yeni bir odanın duvarlarına iki fırça boya çalma hevesliliği... sonra.....
tekrar sıcak bastı... şimdi o esinti için neler vermezdim... şöyle içimi titretecek bir soğuk için... ve beş dakika sonra belki bir hırka ararım... ve bu böyle devam eder...
bir teneke dolusu sardalyanın içindeki minik bir hamsiyim sadece... bir ben biliyorum farklı olduğumu ama yiyene ne tadım, ne kokum ne de tipim farklı gelecek... belki basit bir refleksl, mesela beş dakika sonra evden çıkmayı düşünürken bakmadan alıp atacak ağzına... hikayem mide asitleri içindeki kibirli hamsi olarak son bulacak... (karnım acıkmaya başladı sanırım)
bu kadar istikrarlı saçmalamak bir şarkıyı hak ettirdi:

l'altra-better then bleeding...

And your heart breaks
Tonight or another night
Red handed and planning
So smooth operation
Like a drive-by
But better than that
Earthquake and car crash
No danger
It gets lighter since you've been stitched up
So smile and say and wave goodbye
All at the same time
Clearly recommended rest
No days, no dates
Only seasons
Better than bleeding
No welcoming
Better than bleeding
No helping
No danger
No welcoming
Better than bleeding
So smile and say and wave goodbye
All at the same time
Better than bleeding
Better than that

18 Haziran 2008 Çarşamba


(fonda jack johnson...)
uyumam lazım acilen.. acilen uyanmam ve acilen ders çalışmam lazım... acilen ankara ya gitmem, ailemi görmem lazım.. ölmeden babanneme teşekkür etmem lazım acilen tüm emeği için... acilen mezun olmam ve acilen diplomayı bavula koymam lazım.. ah bavul almam lazım tabi acilen.. bir tane daha en azından... acilen sevgilimi sevmem lazım daha çok... depolamam lazım bilhassa böbrek üstü salgısı bişeysi kokusunu... acilen pierrre loti yi görmem lazım ve acilen taksimde içmem lazım, en az bir kaç kez daha... acilen eşyalarımı toplarlamaya başlamam lazım ve acilen vazgeçmeye de başlamam lazım bazı(!) objelerden... içim acıya acıya birini koliye, diğerini bavula... acilen acilen acilen... acilen zamanı durdurmam lazım...
(iyi adam bu jack johnson...)

2 Haziran 2008 Pazartesi

that's where I'm gonna be...


This time in English (for the special offer of Miss. Fiona) This is simply where I'm gonna be... It was the very first time I made a search on google for some pictures of the(!) place where I'm supposed to spend two whole years of my life... It is sooo weird how familiar it looks.. Like any other cities I have been before... But it is also such weird that this is the time when I feel fear that much... I was not able to point Portugal on the map before Erasmus and I had very less information but fearless I was... once upon a time.....

30 Mayıs 2008 Cuma

izmir..

"En uzak mesafe: İki kafa arasındaki mesafedir, Birbirini anlamayan..." Can Yücel

18 Mart 2008 Salı


16 nisan'da çekilmiş bir fotoğraf... habersiz...
bundan tam iki yıl önce... trende... portekiz... güneye
inerken biz ve bir ülkenin değil yalnız, bir coğrafyanın, bir kıtanın da güneyine inerken... aynı şarkıdaki gibi "solda güneş yükseliyordu biz güneye inerken"... içim geçmiş, yine... ama hatırlıyorum o uykuyu... bambaşka bir tatlıydı... huzuru şuruptan tatlıydı o tarihin... şurup gibi içilesi günler geceler... şurup gibi şaraplar... en mutlu zamanlarım değildi şüphesiz... hatta mutsuzluğun cayır cayır içimi yaktığı kaç gece geçmiştir o süre boyunca. ama huzurlu......

bilmediğim bir ülkenin daha da bilmediğim başka bir tarafına, sırf üç beş kayalık görürüm sevdasıyla otobüs tren ne bulduysak atlayıp... nedir? avrupanın en güneyine gitmiş olacaktık... en güneyinde minik bir fenere... önünde öylece deniz... boşluk... makara... merak desen yola düşüren o da değil... daha temiz bir dürtü, lugatımda yok karşılığı... iki koca sene geçmiş........

şimdi gün sayıyorum 16 nisan'a... daha kirli bir merakla.. kaygıyla daha çok hatta... evet kaygıyla... "yolun ucunda ne çıkıcak?" sorusuyla... bilmediğim bir yerlere karşıma çıkacağından habersiz olduğum bir feneri gördüğüm zamanki gibi olmayacak sonuç ne olursa olsun... kazanacağım birşey olmayacak her türlüsünde... öyle geliyor ki daha mutlu ve daha HUZURLU olmayacağım... her ihtimalde: kalsam da gitsem de "yola çıkacağım", gelgelelim bildiğim yola çıkmalardan değil... şimdi uyumak lazım... uykumda eski bir trende, öğlen güneşi camdan gözüme girerken inadına, tıkır tıkır tıkır tıkır uyuklamak istiyorum... saçlarım yine belime değsin, gözümü açtığımda karşıma küçük kırmızı bir fener çıksın istiyorum bilmem kimin bilmem ne vakit o kayalıklara diktiği... uykumda uyumak istiyorum amacı olmayan huzurlu bir yolculukta........
Posted by Picasa

16 Mart 2008 Pazar

uyumadan az evvel...

"kokumdasın ki güç bela sürünüp bulduğum
elinde kaybolup uzandı(ğı)m ufuklara
hoş senin de bir varoluş sebebin var
yakından uzaktan alakam olsa mutluyum
bir gülümseten benim
bir daha, daha söyler misin
tek iyim sen kalmışsın aman ne mutluyum
burnum omzunda

uyandığım bu sabaha gözlerin bakmaz mı?
beklenen gün geldi, açtı laleler beyaz.
uzakları hayal eder, tuttuğu avucunda
söz durdu, artık ben ve sen ve uçsuz zamanım..." sakin

12 Mart 2008 Çarşamba

17 nisan!

24 Şubat 2008 Pazar

bir kanat çırpasım geldi


penceremin kenarına kiremit rengi bir güvercin kondu. baktı. gitti. içim kalktı. kanat çırpasım geldi. bunaldım. hemen akabinde uykum geldi. 12 saat uyuyup 2 saat uyanık kaldıktan sonra nasıl geldi? iki telefona cevap vermedim. ev soğuktu. ısıyı yükselttim. dışard agüneş var. ev nasıl soğuk? bir banyo yapayım. hadi bakalım.

31 Ocak 2008 Perşembe

başımda mor yemenim ve mor kulaklıklarım vardı...

acayip birşey oldu. çok acayip... şu satırları yazmak için uçarak gelmek istedim eve. üzerimdekileri bir çırpıda çıkardım fırlattım odanın muhtelif köşelerine (adetim değildir zira) geçirdim üzerime bornozu... çok bunalmışım aslında. nasıl bunalmışım nasıl... nefes almadan geçmiş bir iki hafta meğer. klasik sınav stresi bok püsür değil sebebi. durmamışım meğer. sıkıntım buymuş resmen hiç "durmamışım". bugün lanet bir gün gibi başlıyıp lanet bir gün gibi devam etti akşam kendimi cihangir'e atana kadar. ayakkabılarımı çıkarıp içeri girer girmez etrafımı saran sıcak, buram buram tütsü kokusu.... yoga bitti. sauna... (buraya kadar herşey normal) giyindim kuşandım. öğlen aldığım muzu çantamdan çıkardım (ahh tam şu an çantasında muz ve çikolata eksik olmayan zarpandit geldi aklıma, halbu ki ne muzu alıp çantama koyarken, ne de tam vaktinde yemek üzere çantamdan çıkarırken hiç çağrışım yapmamıştı. hayret!) yanına da kış çayı... en biberlisinden... bir güzel indirdikten sonra mideme, yine kafamda bin trlü bütçe, tarih hesabı sokağa attım kendimi. hava böyle serince. (ama soğuk dersem nankörlük etmiş olurum) dedim yürüyeyim finükülere kadar metro ile gideyim eve. (hani üç beşle kurtulacakmış gibi vaziyetler. ama ne yalan söyleyeyim içim çekti birden yürümeyi denizi kesitirince gözüme. bir kaç dakika da olsa...) altı üstü 300 metre birşey... aldım voltamı. başladım yürümeye... taktım kulağıma da ipodu (belki bir kaç şarkı dinlememe izin verir ümidiyle. utandırdı beni, iyi oldu.) tam finükülerin oraya geldiğimde acayip birşey gördüm... "istanbul" aylardır görmüyormuşum meğer. acayip! böyle köprü falan... tam önümde... iskeleye üşüşmüş birrrsürü martı.. bembeyazlar ve bağırıyorlar... (eskiden benim odamdan duyulurdu sıkça sesleri. ne vakittir duymadığımı fark ettim. ne oldu martılara diye 5 saniye düşündüm...) sakinleştim. sakinleştikçe şaşırdım. (tam o sırada coldplay'den don't panic çalıyordu) güldüm bir.. böyle şaşkın gözlerle bakakaldım boğaza... nice zaman sonra durdum. en son ne zaman diye düşündüm. en son ne zaman? en son ne zaman boğaza karşı böyle bir kaç dakika sadece durdum. hem de arkamda bir geçmiş, bir aile, bir dolu arkadaş ve bir hayat bırakıp geldiğim istanbul'u istanbul yapan boğaza. tek başına... bir de düşmüşüm ki gitme telaşına peh peh... yüzüme çarptı ankara ayazıyla, porto meltemi karışık bir hava... bir kaç dakikalığına "tam" hissediverdim kendimi...
acayip oldu...
(dönüş yolunda -ipod yine stop etmeden evvel- çalan son şarkı "waiting line" idi... "wasting my time in the waiting line...")
böyle...

27 Ocak 2008 Pazar

bidibidibidi

kafalaaaaarrrrrrrtttt beşşşşş milyarrrrrttttt...

5 Ocak 2008 Cumartesi

simple assumptions

-Bugün Paris'de gibi davranalım.
-Olur.
-İşte hemen şurda Louvre Müzesi (en français).

..............
..............
..............


-Eskiden tarçınları da vardı sıcak şarabın yanında verirlerdi ama artık tarçınları yok. Sana sıcak şarabın yanında tarçın da ikram etmelerini isterdim.
-Olsun. Biz de tarçın varmış gibi davranırız.

...............
...............


-Bir daha seni fiziki olarak göremeyebilirim.
-Olsun. Sende görüyormuş gibi davranırsın.

(şüphesiz daha iyi fotoğrafları vardır Seine'in... ve başka ellerce çekilecekler...)

1 Ocak 2008 Salı

sinem al bu topu dön dedi.. ben de döneyim madem..


pompası da pembe. özge'nin aldığı küpeler de pembe. kocaman zıp zıp.. döneyim döneyim..