28 Kasım 2010 Pazar

Enjoy the Ride




Ben ona "ben 'koy döte rahvan gitsin' lafini daha gecen sene ögrendim" demeden az önce, onun evvelden yolladigi ama yolladiginda hakkini veremedigim su sarki caliyordu;


Shut the gates and sunset
After that you can't get out
You can see the bigger picture
Find out what it’s all about
You're open to the skyline
You won't want to go back home
In a garden full of angels
You will never be alone

But oh the road is long
The stones that you are walking on
Have gone

With the moonlight to guide you
Feel the joy of being alive
The day that you stop running
Is the day that you arrive

And the night that you got locked in
Was the time to decide
Stop chasing shadows
Just enjoy the ride

If you close the door to your house
Don't let anybody in
It's a room that's full of nothing
All that underneath your skin
Face against the window
You can't watch it fade to grey
And you'll never catch the fickle wind
If you choose to stay

But oh the road is long
The stones that you are walking on
Have gone

With the moonlight to guide you
Feel the joy of being alive
The day that you stop running
Is the day that you arrive

And the night that you got locked in
Was the time to decide
Stop chasing shadows
Just enjoy the ride

Stop chasing shadows
Just enjoy the ride



P.S: pazar aksaminin dötune koyarak pazartesinin rahvan gitmesini bekleyen ben, rakimi hollanda peyniri ile kombo edip, mutfagimda asili portekiz bayragina karsi kaldiriyorum isvecteki evimde..
size kaldiriyorum kadehimi özlemi kroniklesen insanlar.. her yerimde, her yere tasiyorum sizi lanet olsun..
ve belki de gercekten "The day that you stop running..Is the day that you arrive" ...

10 Ekim 2010 Pazar

Biz bize benzeriz..

Az önce Meksikali komsum geldi. Dertli.. Babasiyla konusmus. "Isin hazir bitir gel master" i demis. Burada Entertainment&Art Master i yapmasini pek tabi ki zaman kaybi olarak goruyor aile. Baba petrol endustrisinde falan.. Bizimkine bicilen yol da o cinsten..

Dedi; "cok degil bir kac ay bile bekleme luksum yok bitirdikten sonra. olsa, beni mutlu edecek seyi yakalayana kadar ugrasirdim."

Hikayeler tanidik oluyor gelinen ulke gelismekte olan(!) bir ulke oldugu vakit (az gelismis demeyelim kalpler kirilmasin degil mi?!).
Babasi JoseFernandoRodrigues le bizim Ahmet Amca arasinda bir fark yok yani.

Ozetle burdaki bir Svensson bir Johansson dunyayi degistirecek isler yapabiliyorsa, hadi dunyayi degistirmeyi de bir tarafa koyalim aksamlari yastiga basini mutlu koyabiliyorsa isinden evine geldigi vakit, gencken sahip oldugu bekleme luksundendir dedik.
Benimse iki ogrenim seviyesi arasi verdigim en uzun ara bir aylik bir yaz tatili kadar..
Tespitimiz cebimizde.. Bir boka yaradigi yok suphesiz..

3 Ekim 2010 Pazar

özet geçiyorum



Şöyleyken böyle oldu;

-Referandum dönüşü bir veni-vidi-vici bile diyemedim. İsyanım var..

-Tüketerek varolmaya başladım: Daha önce gittiğimin yerin iki katını ödediğim bir Spa üyeliğim, çok da ihtiyacım olmadığı halde edindiğim ve okulun garajında duran bir arabam, öğrenci harçlığıyla bir haftalık parayı gömdüğüm bir yatak örtüm var. Tek derdim rengine tilt olduğum duvar kağıtlarını değiştirmek. Ortalama bir İsveçli gibi yüksek vergi oranlarından şikayet etmeye başlamak için de iki üç ayım var diye tahmin ediyorum. In Social Government We Trust ?!

-Hayatımı güzelleştiren insanları geride bıraktıktan çok değil iki sene sonra burda hayatımı güzelleştiren insanları da bir bir gönderdim. Saadetim beklendiği üzre uzun da sürmedi hani, ettiğimi buldum canlar... Geriye kalan son ve en bir kıymetli olanının da bugün elinde bavuluyla ayrılışının ardından gönül rahatlığıyla arkada kalan diş fırçası, keyboard, ses kartı gibi objelerle sohbet edebilirim. Deliliğimi de tain edecek kimse kalmadı zira... (fonda "acıların çocuğuyum" çalmıyor, hala stabilim..)

-Televizyonu açtığımda How I Met Your Mother ya da türevi Ingilizce bir yayın çıktığı vakit içimde sevgi kelebekleri uçuşuyor. Tüketim çılgınlığımın uzantısı iphonedörtbirkeremaşallahı da en çok sevmemin nedeni afili özellikleri falan değil, sabah gözümü açtığım vakit NTVMSNBC ye tıklamak suretiyle Türkçe yayınla ayılabilmek. Alamancı kafası en bir güzel kafaymış onu anladım. Benim de bir çanak antenim olsun istiyorum artık balkonumda. O kıvama geldim.

-Kendimi "daha önemli işler" teması altında topladığım bir dizi pratiğin içine gömüp "daha mutlu eden işler" i yapmayı ertelemek suretiyle cezalandırmak gibi bir alışkanlık edindim. Henüz cezanın sebebini tain edebilmiş değilim. Bulursam yazarım. (daha mutlu eden işler için bkz: müzik yapmak, mektup yazmak, akademiyle ilintisiz okuma yapmak, yoga yapmak, party beeds den kolye yapmak, silip silip tekrar makyaj yapmak, yemek yapmak, ve niceleri..)

-"İsveç'de kimse 8 saatten bir dakika fazla çalışmıyor" diyenin alnını karışlarım gari. Bana neden bu kadar çok para veriyorlar diye düşünüyordum. Anlamam uzun sürmedi. Ortalama bir PhD olmak ister misin deselerdi "he" derdim halbu ki. "Stay hungry stay foolish" dememişmiydik a canlar..

-Hayatımda ilk kez bu kadar "öteki" yim. Bu mevzu uzun, özetle anlatılacak gibi değil. Ama kısaca yurt dışında okumak ve çalışmak epey farklıymış. İsotlusundan bir buçuk porsiyon hergün.. Jaaavist!

Özet geçiyorum dedim, geçmedim zati. Şimdi daha yazarsam terbiyesizlik olur, goygoyculuk olur. Esenlikle hadi öptm bye!

3 Eylül 2010 Cuma

Suit up!!! Because Management says so...




Universite tercihimi yaptigim yilda isletme egitimine karsi durtusel olarak ortaya cikan anti-sempatizan ruh halimi bugun biraz daha rasyonel bir kafayla (biraz da ekonomi artik hayatimin tam da gobegine "meslek" sifatiyla oturdugu icin) cozmeye basladim.

Universite yillarinda bir turlu anlamadigim, sonralari ise bildigin karsi durdugum ilk arizali durum, 20 li yaslarinin baslarindaki insanlarin ilac represantlari gibi siyah takimlari cekip, kendi makamlarinda, yani universitenin icinde duzenlenen seminerlerde arz-i endam etmesiydi. Belki takim elbise insani tektiplestirdiginden, belki de aslinda profosyonel olmaya fersah fersah uzakta oldugu asikar 20 yasindaki bir adamin, sirf oylesi daha "profosyonel" durur demis birileri diye giydigi siyah takimlarin cadilar bayrami kostumu gibi siritmasindan, o ya da bu sebepten cok da uzerine dusunmedigim bir rahatsizligim vardi.

Sonrasinda insanin farkli olan taraflarini en rahat kesfedebilecegi surecte boylesine bir gerekliligi yaratan zihniyetin kendisinden tiksinmeye basladim. Daha satilacak(!) birsey yokken ortada, kendini nasil satman gerektigini universitelerde anlatan buyuk buyuk adamlar cok canimi sikti. Oyle mevzunun, "Isletme bir bilim midir? bilim degilse acaba nedir nedir?" minvalinde dusuncelerle ilgisi yoktu yani baslarda. Sadece gözlemledigim seklin kendisiydi rahatsiz eden.

Burda kalkip bilimin diyalektigi uzerine birseyler yazacak degilim zira ben de yer yer bir cikar yol bulamadikca "science is too young to understand" demek suretiyle kosesine cekilenlerdenim. Hele hele isletmenin, Amerika'da cok degil 20.yy in baslarinda baslayan sermaye-universite ortakliklari sonucu bilim namzetine soyunarak, 12.yy in baslarindan beri var olan universitede son bir asirda kurumsallasmis oldugu gibi tarihsel gerceklerle de alakali degil bahsettigim.
Bahsettigim baska...
Bilimle iliskelendirmek istesen basi cekecek bir mecranin, bilimle alakasi olmayan gundelik yasam pratiklerine bulanip-kizartilip levrek diye onumuze suruluyor olusu.

Once takim elbiseyi burda, cocukta yaparim kariyerdeyi simgeleyen topuklu ayakkabi, derli toplu adami simgeleyen sakal trasi, cok dakik adami simgeleyen kol saati, kariyerde basariyi simgeleyen kirmizi kravat ve daha niceleri icin taksonomi maksatli kullandigimi soyleyeyim de Kigili'yla, Damat'la falan aramiz bozulmasin.

Onkabulumuz, her calisma ortaminin, her kurumun kendi icinde belli dinamikleri olusu ve bu dinamiklerin de yillar icinde belli sebeplerden oturu ortaya cikisi amenna.
Benim anlamadigim ben burda ayni kurumun ekonomi departmaninda gonlumce giyinip kusanip -laf o ya- bilim yaparken, bir ust katta isletme departmanindaki adamin ortada hicbir gereklilik yokken kendini sekilden sekile sokmaya calismasi. Ayni kurumun icinde, ortada hicbir gereklilik de yokken ve hatta universitenin dogasi geregi verimi de dusurecegi asikar bir resmiyeti iteleme mucadelesi...
Ve is bu sebepten o adamin ders verdigi, daha tehlikelisi akil verdigi tazelere de cok sonra karsilasmak durumunda kalacaklari, (ve hani olur ya ozgur irade falan) belki de hic kalmayacaklari bir dizi ilgisiz pratigin zerk edilmesi.

Kraldan cok kralcilik dedikleri hadise bu olsa gerek. Sana ne bilmen, ne nitelikte bir insan olman gerektiginden cok nasil gozukmen gerektigi ogretilen bir alanin universitedeki yerini herseyden once bu sebepten oturu sorgularim.
Burda Isvec gibi hiyerarsik iliskilerin ve resmi gerekliliklerin minimumda oldugu bir yerde dikkatli baktigimda, Turkiye'deyken ise gozume gozume batan halleri yuzunden isletmenin, "bundan 6 yil onceki durtulerim beni hic yaniltmamis" dedim bugun kendi kendime...

27 Ağustos 2010 Cuma

Bir hoca olarak Özge... Saçmalamayın lütfen!




Doktoram resmi olarak başlamamışken henüz, bu hafta ilk dersime girdim. "Fake Lecture" dedikleri bir hadise var bizim okulda. Kick-off week'de gençlere her akşam içirmek suretiyle bir dizi ısınma turu attırıyor üst sınıflar. En sert olanı haftanın ilk gecesi. Salı sabahına da zorunlu bir ders koyuyorlar. Giriyor bir hoca, kafadan başlıyor tahtaya formüller diagramlar çizmeye. Yarım saat sonra "Fadder" lar (yeni gelenleri yoldan çıkartmak üzere görevli üst sınıflar) dalıyorlar sınıfa ve çocukları dışarı çıkartıp kaldıkları yerden yoldan çıkartmaya devam ediyorlar.

Departmandaki kongre yoğunluğu yüzünden benim mezun olduğum master programının Fake Lecture ı bu sene bana patladı. Daha gerçek bir ders vermemişken ömrü hayatımda, örtmenlik hayatıma dersin fake i ile başladım. Farklı ülkelerden gelmiş 30 a yakın öğrenci bir bir sınıfı doldurdular akşamdan kalma halleriyle. Bir süre hoş geldiniz beş gittiniz muhabbeti. Sonra kalktım başladım yazmaya utility maximization bok püsür. Hepsinde akşamdan kalmalıkla karışık şaşkın/ysfysf bir ifade... Bense 'neanlattığındaneminadam'ı oynuyorum tahtanın önünde. Tek perde...

Sınıftan çıkmadan önce bir kaç öğrenci etrafımı çevirdi. Almanlardan bir tanesi yanındaki nereden geldiklerini şu anda hatırlamadığın 4-5 öğrenciyle beraber, yaşadıkları kafa karışıklıklarından bahsettiler kısaca. Ben de "I will do my best to help you. I haven't passed to the dark side yet!" dedim spontane..

Bana söylerken çok "cool" gibi gelen şeyin aslında ne kadar acıklı olduğunun farkına varamadım iki akşam sonrasında student pub'a gidene kadar. Onlarla beraber öğrenci barında tepinemeyeceğim gibi, bir durum olduğunda okulun tarafını tutamayacak kadar da öğrenci hissediyorum kendimi şu anda. Yani öğrenciliğin ceremesini çekerken, nimetlerinden faydalanamama hadisesi.

Ne vakit 'dark side' a geçerim/geçer miyim bilmiyorum, lakin...
Tarihim için not düşülesi bir hafta oldu. Bir hoca olarak Özge: Saçmalamayın kuzum!

17 Ağustos 2010 Salı

ARAF




Bundan 5 sene kadar önce, (Portekiz'den dönüşüme denk geliyor yanılmıyorsam) Sinem elime tutuşturmuştu her sayfası cildinden ayrılmış, harap haldeki bir nüsha Araf'ı. Şöyle elimde zar zor döndürüp arka kapağında yazanı okumuş, okuduğum gibi de kitabın içine kuyuya düşer gibi düşmüştüm:



"Kim gerçek yabancı-bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?

---

İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır."

Araf benim hayatımın bugünkü hikayesini anlatmazken Araf'ı sevdimdi. Hikayenin 'ait olacak başka yeri olmayan' safında kendime ait olacak yer yaratma kavgasındayken... Bunu böyle melankolik bir tondan içli bir şarkı söyler gibi söylemiyorum. Aksine böyle bir kavga vermenin gereksizliğine inanmaya başladığımdan bugün, o gün "kavga" dediğimi tebessüm ederek anımsamak benimkisi.

Çünkü yabancılaşma, öyle ekseriye iddia edildiği gibi ait olmadığın(!) topraklara göçmeyle başlamıyor. Göçme hevesi -ya da alışkanlığı diyelim- bir yere aidiyet hissedememenin kaçınılmaz sonucu sanki. 18 sene yaşadığım Ankara'ya, İstanbul'a hissettiğimin yarısı kadar ait hissetmiyorsam kendimi ve İstanbul'a hiç ait hissetmemişsem zaten, bu aidiyet dediğimiz belki de sadece anı biriktirmekten ibaret bir hadisedir.

Uzun lafın kısası, hiçbir şey o kadar da mühim değil artık şu adımdan başka. Onda da alfabesinde "Ö" olan memleketi bulmuşum ölsem de gam yemem...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

ben dönerim oldugum yerde



Dondum Isvec'e Turkiye'den.
Su "dondum ki dondugum yerde degildim" hadisesi hayatimin ozeti olsaymis...

10 Haziran 2010 Perşembe

doktora, bitmeyen sagnak yagis ve vedalasma sezonu

Bir donemin daha sonuna gelmis olmanin verdigi huzun ve yolumun ne tarafa dogru gittigini bilmenin vermis oldugu huzurla karisik 2 gun gecirdim.
Ciddi ciddi 2 senelik masteri da geride biraktik. Cok degil 2008 temmuzunda butunleme derdindeyken Istanbul'da, bugun Isvec'de ki okulumda kendime ofis begenemiyorum onumuzdeki sene(ler) icin. Göle bakan bir oda vermeyi kabul etmeleri halinde haftada bir butun kata baklava/borek acmaya raziyim.

Deniz dun cektigi fotograflari gosterip, "Portekiz'deki hallerin gibi" dedi. Zira Portekiz'deki kadar sarhos, saskin ve uykuyla uyaniklik arasinda bir aksam gecirdik dun. Iki sise Porto sarabinin ve Youtube'un zengin karaoke alternatiflerinin geceye olan katkilarini da atlamadan not duseyim de bir tarafim sismesin.

Sag gozum Rasa Almanya'ya, sol kolum David ise buyuk ihtimalle Fransa'ya Disneyland'e gidecek calismaya. Queen Jessica LA'de show dunyasinda bir is ayarladiktan sonra Evropa topraklarina billa da ayak basmaz. Bir sonraki jenerasyonun Elen DeGenere si o olacak zira (en straightinden lakin). Bir geriye kalan Agata olacak iste, tombalacik bebegi de bonusu... Deniz'in durum ise mulak hala.

Dun gece yine garip bir aydinlanma yasadim. Gunlerdir bitmeyen sagnak yagmura ragmen parktaki kum havuzuna yatmis salak salak yagmur damlalarini izlerken hep beraber, belki de dedim hayatimin bundan sonraki hic bir evresinde, gonlumce sapitabilecegim bir arkadas ortamim olmayacak bundan sonra dedim. Bunu aklimdan gecirdigimi zannediyordum lakin sesli dusunmus olmaliyim ki, hepsi bir agizdan benim hipotetik doktora arkadaslarima methiyeler duzmeye basladi fukaraya sadaka tadinda.

Bir kez daha, ayni anda bir suru kisiye gule gule demek zorunda olmak icimi tarihi gecmis yogurt gibi eksitse de, gecmise nazaran daha bir gozum kara bu seferki 'sifirlama' sezonunda. Imagineallthepeoplelivingallinpeace tadinda daha bir umutla bakiyorum yarinlarima a dostlar...

Isbu sebepten burdan size de iki cift lafim var hipotetik doktora arkadaslarim!
En azindan bir iki taneniz, kafam guzel oldugunda sagnak yagmura ragmen benimle beraber vicik vicik kumlarda yuvarlanmayi kabul etmezse yakarim bu okulu + en az 3 er ogrencinizi de rehin alir Yildiz Tilbe sarkilari dinletirim + paper draftlarinizin köselerine 62 den tavsan cizerim + odalarinizin duvarlarina da haci yagi surerim ki siz docent olana kadar kokusu cikmasin.
Yasim 24, ve en az bir 8-10 yil daha 'makul insan' olmak istemiyorum.
Bunu da yalniz yapmaya hic niyetim yok..

Lise biterken bir arkadasimin kulagima fisildadigi bir cin atasozuyle yazimi noktalariyorum efenim;

'Make new friends keep the old, if one is silver the other is gold'
Butun eskimeyen dostlarima Turist Ömer selami cakarim...
Bu sarki da Sevval'den size gelsin canlarim;

9 Mayıs 2010 Pazar

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Rüya tabiri bilen bir el atsın..



(UYARI: ÇOK BOŞ DEĞİLSENİZ OKUMAYIN)

Bu sabah da her sabah olduğu gibi çılgın bir rüyanın ortasında uyandım. Yalnız bu sabah farklı olarak aynaya baktığımda kafamdaki beyaz saç telinde anlamlı bir artış gözlemledim. Neyse hemen rüyadan seçkiler unutmadan,

----

Bir çocuk vardı genç. Böyle 12 yaşlarında falan maksimum. Trende ailesiyle beraber yolculuk ediyordu bu. Ama sıkıntılı. Üniversite olimpiyatlarına falan katılan sivri bir tipmiş bu kardeşimiz. Yaşla alakalı sıkıntılı durum dehasından geliyor olsa gerek. Ailesi çok gururlu falan "yürü be koçum" modundalar. Çocuk hülyalı gözlerle trenden dışarı bakmakta.

----

Sonra bu genç kardeşimiz bir cinnet anında evlerinden kaçıyor(ki evleri bir gökdelenin tepesinde bir yerlerde). Kaçtığı gibi binanın önünde duran komik görünümlü bir kamyonete biniyor. Kamyonetin sağından solundan acayip şeyler sallanıyor böyle. Sürmeye başlıyor. Burdan sonrasını çocuğun gözünden görüyorum artık. Gaza frene basışımı falan net hatırlıyorum. Çok çılgın araba kullanırım ya ben. Kamyonette gazla frene aynı anda basınca kamyenet havalanmaya başlıyor. Ama nasıl bir havalanmak. gözden kaybolurcasına böyle.

-----

Bu güzel kardeşimiz kaçışta olduğu için, çok alakasız bir mahalleye varıyor. Böyle bizim Marmara'nın ordaki Coca-Cola fabrikasının hurdalığı gibi bir yerlere park ediyor kamyoneti. Etrafta da bir sulukule havası. Bir kaç çocuk toplaşıyor başına. Sonra hepsi bir den bir yere doğru koşmaya başlıyorlar. (Burda koştukları yerlerin mekanın falan detayları var tabi aklımda ama anlatmıycam). Bizimki de bunları takip ediyor falan. Evlerine götürüyormuş çocuklar meğer. Evleri de çarlimin çukulata fabrikasındaki ev gibi. Üstü başı batıyor hep bizimkinin. AMa nasıl mutlu falan.

----

Gece olunca bizimki hem bir anamı babamı, hem de yan komşunun kızı olan sevdiceğimi yoklayayım diye atlıyor kamyonete. Gidiyor işte gökdelenin oraya. Kızı olan komşuları da çılgın tatlı bir kadın. Ben seni saklarım dur üstünü değiştirelim falan.. Durumları anlatıyor bizim delikanlı. Sevdiceğiyle hasret gideriyor falan. Tam bu sırada ailesi basıyor gibi oluyor bunu. Bir kaçış başlıyor yine. Yine kamyonet. vs vs... BITTI

Sonuç olarak;

1)Saçlarımdaki beyaz tel artışına güvenerek artık bir çocuk kitabı yazabileceğime kanaat getirdim.

2)Her gece haybeye çılgın rüyalar göreceğim diye paralanıyorum resmen. Artık bunu bir kar kapısına dönüştürmeye karar verdim.

3)Sadece bir süreliğine daha Hollanda'ya gitmem gerekiyor. Burda yoğurtlu patlıcan yiyip yatınca bu kadar geliyor hikaye zira.

4)Tezi yaz yaz misal bitmedi. Ne bir takdir eden var ne bişey. Kendime yazıcam bundan sonra şerefsizim. Yok alışveriş merkezleriymiş ölçek ekonomisiymiş bik bik bik...

5)Rüyamı çalanın saçını başını yakarım. Ciddiyim.

Hörmetlen

2 Mayıs 2010 Pazar

Steve Jobs Sana Laflar Hazırladım





Az önce Rasa'yla aramızda geçen diyalog;

Rasa: I want an apple.

Ben: Yes yes, I think am gonna get one too. You mean computer, right?!

Rasa: No! I want an apple to eat now.


Eğer "apple" dendiğinde ilk aklıma gelen meyve olan değilse, boku yemişiz demektir.

29 Nisan 2010 Perşembe

kafama şiddetle vurmak istiyorum


Kütüphanedeyim..

Dikkatim ne zaman dağıldı hatırlasam toplamama yardım eder mi?

Karşımda uzanan 3 sıra kitaplıktaki İsveçce çocuk kitaplarının isimlerini okumaktan caydırsın diye gözlüklerimi çıkardım.

Bu sefer de camla kaplı tavandan geçen bulutları izlemeye başladım. Bulut ya bu!

Suyun tadı plastik gibi. Ya aslında öyle de değil. Yeteri kadar akışkan değil sanki. Anlatabiliyor muyum?

Atlet ve şalvarla kütüphanenin en kuytusundayım ki, rezilliğimi kimse görmesin.

Bu katta bir de mescit+meditasyon odası var. Gidip yoga yapsam beynime kan gider mi? Beyne kan gitmesi diye bişey var mı hakkaten?

O kadar bölüm varken neden çocuk kitaplarının olduğu bölümde tez yazmak neden?

Neden yazamamak asıl?

Hıdırellez ne zamandı bir de?

22 Nisan 2010 Perşembe

sol açıktan yöresel çağrışımlar..

Babam mutlu olsun diye Neşet Ertaş videosu bakarken youtube da Gülay'ın şarkısı geldi aklıma. Alakasız belki ama akabinde de Atilla İlhan'ın malum şiiri..

AYSEL GİT BAŞIMDAN

Aysel Git Başımdan
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim icin kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...

21 Nisan 2010 Çarşamba

hayat garip toz bulutları falan..

Bu satırları Belen'in Poughkeepsie'deki yurt odasında, ranzaya uzanmış yazıyorum. Aslında bütün bir DC gezisi esnasında, bu sefer ne kadar farklı bir Amerika'ya tanık oldum, hayatımda ilk defa akademik bir makalenin sunumunu yapmak nasıldı falan diye Hıncal Uluç yavşaklığında gezi notaları yazmak istedimdi ama Volkanlar falan patlayınca benim Amerika seyahati bambaşka bir hale dönüştü.

İki gün önce İsveç'e dönmem gerekirken, yüzyılda bir olacak olay olup da İzlanda küllerini Avrupa'ya savurunca, benim uçuşum da 5 gün ertelendi. Başka hiçbir yöne uçuş ayarlayamayınca, ben de fırsat bu fırsat deyip, New York'da Culinary Arts eğitimi alan lise arkadaşım Belen'in yanında aldım soluğu. Benim yeni diyarları keşfetme roundlarımdan biri de böylelikle kendi geçmişime yolculuğa dönüşüverdi bir anda.

Bir 5 senedir falan görmediğim Belen'le iki gündür, çok önce izlediğimiz uzun bir film hakkında konuşur gibi, hayatımızın o malum 7 senesini, en olmayacak detaylarla konuşup duruyoruz. Normal zamanda akla gelmeyecek insanlar, olaylar, yer yer kıkırdayarak, yer yer iç çekerek sohbetimize konu oluyor. Hava da güzel şimdi buralarda. Sigara da var stokda. Muhabbetin belini kırmak zor değil anlayacağınız.

Poughkeepsie, Hudson River'ın kenarında, NYC ye bir buçuk saat uzaklıkta, Native American dilinde "the reed covered lodge by the little-water place" anlamına gelen ismi kadar güzel bir yer. Daha da güzel olan Belen'in aşçılık okuduğu, Culinary Institute of America'nın içinde, hep merak edip de tecrübe etme fırsatı bulamadığım şu Culinary Art hadisesini, Hogwarts'a benzeyen bu okulda, güzel yemekler eşliğinde tecrübe ediyor oluşum. Büyü değil yemek yapıyor bunlar. Üstlerinde de pelerin yerine chef whitelar, ellerinde ise asa yerine boy boy bıçaklar...

7 senenin muhabbetine dönersek... Insan eskiyormuş.. Belen'in yüzüne uzun uzun bakıyorum iki gündür. "işte şu" diye gösteremediğim o "büyümüşlüğü" görüyorum. O da ben de görüyor mudur acaba diye sık sık aynaya bakıp yüzümün eskiyen yerlerini yakalamaya çalışıyorum.

Bazı isimler, ki onlar yıllarca aynı sınıfı paylaştıklarımızdır, silik yüzlerle geliyor aklımıza. Bazıları daha büyük tepkilerle.. Şarkılarla, yemeklerle, gezilerle eşleştirmeye çalışıyoruz anıları kafamızda.
Sanki yarım yüzyıl öncesinden bahseder gibi, ilk Fethiye tatilimizi, ilk aşklarımızı, ilk genç kızlık hallerini, ilk dramaları, ilk sahte kimliği, sakladığımızı zannettiğimiz sarhoşluklarımızı, kazık atanlarıi sadık kalanları falan bir bir sıralıyoruz birbirimize nefesimiz kesilene kadar. Diğer bir deyişle birbirimizin anılarının belini doğrultmaya çalışıyoruz iki gündür.

Ve herşeyden sonra, dünya kepçe ben kazan bin tane hikayenin içinden akıp geçerken, beni asıl ben yapan o yılları anımsadıkça duyduğum minnet artıyor. Şimdi yazacağımın kulağa ne kadar ukalaca geldiğinin farkındayım. Ve işbu laf belki onlarca insanın ağzından dökülmüştür, ama demezsem çatlarım ki "bir başka lise yaşamışız."
Bir çok insanın üniversite yılları için kurguladığı hayatı, lisede sömürmüşüz.
Bu her zaman fevkalade sonuçlara sebep olmadıysa da, ota boka atlayıp, görece radikal gelen aksiyonlar almada, lisedeki arkadaşlarımın da ekseriye benimle aynı tavır içinde olduğunu görmek, nasıl neye dönüştüğümü anlamama yardımcı oluyor.

Öyle ki bilen bilir, ailemin memur ruhuyla Ankara'da kök salışına rağmen şu göçme hastalığına yakalanışımı çok sorguladığım olur. Halbu ki denklem basit.
Kulağa geldiği kadar da klişe ama insan hayatına girenlerin toplamıymış gerçekten.

Bir Volkan patladı ve ben bilip de bildiğimi bilmediğim cevabı, dünyanın alakasız bir yerinde buluverdim. Hiç de hesap da yokken..

Lise son'u hatırladım bugün. Annemlerin yeni taşındığı evde, İstanbul'a gitmek üzere bavulumu toplarken ne hissettiğimi hatırlamaya çalıştım. Kendi kendime "dağcılığa, kampçılığa, tiyatroya devam edeceğim, müziğe devam edeceğim, lisede başladığım herşeyin bokunu çıkaracağım, çünkü orası İstanbul.." diye gaz verişimi hatırladım.. İşlerin hiç de hesap etmediğim gibi gidişini ve kaçışa iten o garip bunalımları hatırladım.
Mütemadiyen bok attığım Ankara'nın ikamesini içten içe nasıl aradığımı fark ettim... Hayatımı lisede olduğu kadar dolduramadığım her ana nasıl hayıflandığımı hatırladım.
Sonra Fransa, sonra Portekiz, sonra İspanya, sonra İsveç, sonra Hollanda, sonra İsveç, sonra içinden çıkılmaz bir kısır döngü...

Arayışın kronikleştiği o belirsiz andan öncesi...
Lisenin bahçesinde kestiğimiz mezuniyet pastası...
Marmara'da okuyacağım için buruk, İstanbul diye direttiğim için gururlu ailem...
Bahçede ilk girdiğimizde boyumuzun yetişmediği kara dut ağaçlarına son bir kez tepeden bakmak...
Bir daha görüşmeyeceğimizi bildiğimiz halde "görüşeceğiz" demek arkadaşlara...

Arabesk değil hissettiğim şu anda, ama kafamda hatırladığım "o" resmin mide ekşiten duygusu..
Daha önce de attığım, ama anlatamadığım bir "six feet under" videosu aslında...

"you can't take a picture of this.. it's already gone.."

bir daha...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Bu da bir yol hikayesi olsun..





Seyahat tecrübe işidir diyenlere selam ederim. Tecrübeli insanın seyahat esnasında tongaya düşmesi daha kolaydır tezimi bir kez daha doğrulamış bulunuyorum. Bir haftalık Washington DC gezisi öncesi, iki gün Lund'da kuzenin yanında kalayım, onu Türkiye'den ziyarete gelen teyzeleri göreyim diye dün sabaha karşı 3.30 da yola çıktım Jönköping'den. elimdeki bilette Malmö duraklaması gözüküyordu ama hat numarası aynı olduğu için otobüs değiştirmeyeceğimizi düşündüm. Vurdum kafayı uyudum haliyle. Evvel'de son durağa kadar uyumuşluğum vardır Ankara Büyükşehrimin otobüslerinde, ama bunu ülke sınırı geçerek yaptığım için kendi rekorlarımı da egale etmiş oldum.

Gözümü açtığımda Cophenagen havaalanında arz-ı endam eylemiştim. Biraz uyku sersemi biraz da çaresiz şöför'ün yanına gittim (ki kendisi birazdan bahsedeceğim hikayenin kahramanı, dombili bey amca Tobbe). Dedi bekle otobüste geri Malmö'ye dönüyorum ben, ordan da Lund'a giden ilk otobüse atlarsın. Geri dönüş yoluna çıkmadan önce girdiğimiz muhabbetin temellerini de çapaklı gözlerimle böyle atmış oldum.

Tobbe bu Swebus daki hat şöförlerinden biri. Yıllardır Stockholm-Cophenagen hattının farklı parçalarında çalışıyormuş. Bir taraftan geri dönüş yolu için arabayı temizleyen Tobbe, diğer taraftan da muhabbete girdi.

"Artık firmalar sadece para kazanmak derdinde, öyle olunca da kimse bilginin (information minvalinde) ne kadar önemli olduğunu düşünmüyor. Senin gibi her hafta 4 kişi falan yanlış rotada devam ediyor yola." diye başladı hafif iç çekerek. ANladım ki devamı var bu yakınmanın.

"Eskiden biz çalıştığımız yeri severdik. Gerekirse herkes işi için ölürdü. Çünkü bilirdik ki kazanılan para neredeyse eşit paylaşılıyor. Çalıştığımız firmaların en tepesindeki insanlarla bir arada yer içerdik. Benzer evlerde yaşardık. O zaman işçi olmak bir sorun değildi bizim için İsveç'de. Ama şimdi değişyor herşey. Biz çalışıyoruz onlar kazanıyor. Benim bir şef var mesela. Benim için excel dosyasından ibaret. Yüzünü bile bilmem." dedi.

Ben de "kapitalizm" diye derin bir nida attım, 60 lık bir teyze edasıyla. Fazla da deşmek istemedim, belli ki dertli Tobbe amca. Derdine kurban olayım Tobbe amca ama sizin ki işçiliğe can kurban diyecek oldum ki, Tobbe asıl bombayı patlattı.

"Ama yeni jenerasyon bir noktada patlayacaktır. Gidip indireceklerdir patronları."

Böyle elmacık kemikleri cherry domates tadında, göbeği yer etmiş, beyaz saçlı sakallı Tobbe amca birden aşka gelince şaştım kaldım ben tabi. Böyle aktivist, politik söylemler İsveç'de duymaya alışkın olmadığım şeyler zira. Herkes güllük gülistanlık yaşayıp gidiyor. İnanılmaz apolitik bir gençlik. Ama "eski toprak" mevzusu coğrafi engel tanımıyormuş.

"Devrim mi gelecek diyorsun Tobbe?" dedim.

"Sooner or later" dedi.

Bilmediğimiz bir zamanın ideali, yıllardan yaşlanmış gözlerinde parladı o anda adamın. Gözümde gençliğini canlandırmaya çalıştım. Beceremedim.

Sonra uzun uzun evinden, bahçesinden, yetiştirdiği domateslerden bahsetti. Çalıştığı firmayı Diesel ve domuz üresi karışımı bir yakıt kullanarak "çevre konusunda duyarlı" olduğundan bahsetti. (700 litre diesel yakıta 20 litre Domuz üresi katıyorlarmış Tobbe'nin dediğine göre.)
"Bu kış çok zordu, evi satıp bir apartman dairesine taşınıcam. Bir gün işe gelemiyordum neredeyse kardan. Onca insan benim yüzümden yolda kalacaktı." dedi. Laf olsun diye de demedi. Gerçekten kaygılıydı yolcular için. Ne acayip adamdı Tobbe.

Malmö'ye vardığımızda da shift değiştirdi Tobbe. Evine geçmeden önce bir de kahve ikram etti bana.

şimdi onun bıraktığı yerden, Malmö Swebus istasyonundan yazıyorum bunları bir çırpıda. İsveç'in leziz güneşli bir gününde, Malmö Limanının yamacında, Ortaçağ Müzesinin yanındayım.

Tazesinden bir de fotoğraf koyayım, yola devam edeyim.

Hadi eyvallah..

8 Nisan 2010 Perşembe

İsveç'deki Östrojen Durumları



Ne zamandır yazmak istediğim ama hep kaynayan bir mevzuyu parrrrmaklamak isterim sevgili yurdum insanları.
Bir kadına, ne yaparsa yapsın yeteri kadar östrojen salgılamadığını hissettirecek bir memlekette yaşıyorum. Buraya gelmeden çok önce anlatılan efsane güzellikte ablalar falan epey gözümü korkutmuştu olası ego katliamları açısından. Ama bu eksik östrojen hadisesinin sebebi hiç öyle düşündüğünüz gibi, bele kadar uzanan sarı saçlar, incecik beller, uzun bacaklar; yani benim sahip olmadığım şeylerin toplamı falan değil.
Benim sahip olmadığım bir şeyin her yerde ve her zaman karşıma çıkması: süper dişilik
Üstelik bu o bildiğiniz kromozom bozukluğu falan değil, tercih sebebi süper dişilik.
Şimdi kalkıp bok atmak gibi olmasın da biraz bok atmak istiyorum ben İsveç hatunlarına huzurunuzda.

Bir gün bizim okula gelip yaşları 18-23 arasında değişen ablaları görseniz, öyle tahmin ediyorum ki siz de afallarsınız. Zaten Türkiye'den gelip, hayatının sıttin senesini sarışın olarak geçirmiş bana bile garip geldi başlarda bu kadar sarışını bir arada görmek. Peki ya siz, afallama sebebi blondielerimizin neredeyse hepsinin saçlarını oksidanla beyazlattıklarını biliyor muydunuz? Daha bitmedi a dostlar. Baldırına bacağına bakmadan her daim topuklularla, minicik eteklerle arz-ı endam eden bu ablalarımızın asıl dikkat toplama sebebi, hiç öyle düşündüğünüz gibi mükemmel vücud ölçüleri falan değil. Bunların yarısı kadar açınıp da sokağa çıkana, sürüyle taciz ederler değil sadece benim yurdumda, muhtelif evropa ülkelerinde dahi.

Sabah dokuzdaki derse bir gelişleri var akıllara zarar. Ne zaman kalktın da, ne zaman saçını başını yaptın da, makyajın, parlak simli pabuçların, incecik çoraplarınla gelebildin okula yahu! Ben ekseriye gözümdeki çapakları ayıklayamazken, ve ekseriye ya yataktan kalktığım eşofman altının üstüne bişeyler uydurup, ya da üstümde ne varsa altına bir kot geçirip, okula sadece beş dakika yürüme mesafesi olan evimden koşarak gittiysem, hep aynı hazin manzarayla karşılatım.

Bunun üzerine, bilinçli alınmış bir kararın sonucu olmasa da, değiştiğimi itiraf etmek zorundayım. Artık biraz daha özen gösteriyorum saçıma başıma. Bir maskara sürmeden çıkmaz oldum çok. Hala altımda siyah şalvarım, üstümdeki ise anlamsız bir tişört belki ama son dakka golüyle de olsa, o parfümü sıkmadan atmıyorum ayağımı kapıdan dışarı. Burnumda iki tane siyah nokta çıktığında ekstra hayıflanıyorum falan.

Bu istemsiz değişim beni korkutmuyor da değil hani. Nice babayiğit abilerimiz dahi, İsveç'e geldikten çok kısa bir süre sonra altına dar paça pantolonları çekip, saçlarını da jöleyle yapıştırıverdiler a komşular. Referans noktam Türk hatun kişisi de pek olmadığından etrafımda, ve tez zamanda bana "ya özge be ya kokoş olma allasen ya" diye tutup iki sallayacak adamlar olmayacağından, içime yer yer kurt düşmüyor değil hani. (Bu arada beni aseksüelite ırmaklarında boğulmaya kadar götürecek, erkeklerin dar paça pantolon giyme mevzusuna bişey yapılsın artık lütfen! İmalathanaler kapatılsın, cansız mankenler taşa tutulsun reca ederim!)

Neyse efenim östrojene dönmek gerekirse: İsveç biraz İzmir gibi aslını isterseniz. "Çok güzeeel" dedikleriniz ekseriye dişiliğiyle, edasıyla sizi cezbedenler. Hamuru şahane, nice koçyiğit hanım arkadaşlarım, bir dekolte utancına heba olup gittiler de İzmirliler aldı yürüdüydü geçmiş zaman olur ki, o hesap.

Bizim oğlanlar haftasonu falan dışarı çıktığımızda "offffff" diyorlar bazen. Ben iki kez diyorum, bir onlarla bir de ekstradan gözüm çıkmasın. Ama off çektiğimiz ne kalem gibi bacaklar, ne hokka burunlar, ne de o hayallerimi süsleyen sırma gibi saçlar anlayacağınız. Görmeye hiç alışkın olmadığımız yürek hoplatan miniler, ve eksi yirmilere rağmen ayağa geçirilen şeffaf çoraplar... Tıktıktık topuklu sesleri efenim İsveç güzelliği...
Google resimleri referansınız olmasın.


Rumuz: Şık Latife


demişken... düzgün bir videosunu bulamadıysam da, ağzınız tadlansın...

5 Nisan 2010 Pazartesi

daralıyorum

çoooooook daralıyorum!
darallll! haydi hop!

4 Nisan 2010 Pazar

film falan izledim bu hafta hep

Tez dönemi tez yazman gerektiği için değil, tez yazman gerektiği halde başına oturamadığın için stresliymiş. Etrafımdaki herkes başka başka yöntemlerle kendini asıl yapması gereken şeyden alıkoyuyor, istisnasız.
O alıkoyma hadisesi de her birimizi depresyondan depresyona salıyor.
Depreştikçe daha çok oyalanma, oyalandıkça da daha çok stres.
Böyle bir kısır döngünün içinde benim en büyük uğraşım filmler ve diziler oldu. (Ha bir de yer yer handcrafta sarıyorum, onu da anlatırım bir ara.)

İzlediğim dizileri sıralamak gerekirse;

Lost (yaradana kurban)
Lie to Me (bir nefeste bitirdim de yeni bölümü kalmadı)
Vampire Diaries (Sally diye Taiwan lı bir arkadaş çok methedince bir sezonu bir günde)
FlashForward (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
Fringe (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
V (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
House MD(Azimle biriktiriyorum bu sezonu, bir kriz anı için)
Glee (bunu da iki günde yedim)
Aşk-ı fefnu (Pihter stresimi alıyor, iki sövüyorum içimin yağları eriyor. Ednanımm!)
Ezel (Dayiii, beni bu dertlerden kurtar dayiii!)

Bütün bu dizilerin üstüne bu hafta (yıllar sonra yeniden), iki kez üstüste Rockstar, bir 500 days of Summer, bir de Where the Wild Things are izledim.

Film analizi falan yapmayacağım. Hepsi birbirinden şukela filmler allah için.

Paskalya haftamın özeti budur.
Paskalya demişken, o kinder sürpriz çikolataların ne dahiane bir fikir olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum Türk marketine düşüp de delirdiğim erken çocukluk yıllarımda. Meğer Paskalya diye birşey varmış, çikolatadan yumurta bu coğrafyaların leblebi şekeri gibiymiş. Çeşit çeşit şekerlemeleri, çikolata yumurtaları, içi çikolata dolu yumurtaları görünce hayıflandım, kıskandım. Paskalya cadısı gibi giydirilip ellerinde süpürgeler yumurta avına çıkan mini miniler bana bir nebze de olsun bayramda kapı kapı gezmelerimizi hatırlatmadı değil. Şimdi öyle birşey de kalmamış. Annemler beklemiş de çocukları gelsinler çikolata verelim diye kimse kapılarına çalmamış geçen bayram.
Bir de mendilin içinde para mevzusu vardı. Veri nays..

Hah, film diyordum. 3'ü de biribirinden şokella müzikleri olan filmler olduğu için hangisinden bir video koysam şimdi bilemedim. Hemen o piti piti yapmak suretiyle karar veriyorum. One minute!

And the winner iiiiiiisssss:
Seçemedim hepsinden buyurun...











Arada iş de yapıyorum. Walla!

28 Mart 2010 Pazar

mevlana, cocorosie, loop de loop, vapurlar falan..

İnternet cambazlığı yaparken denk gelen bir söz işimi gücümü bırakıp, şu kalbiniz kadar temiz sayfayı açmama mahal verdi. Birisi yazmış ff e;

"Hadi yaramı sarmaya merhemin yok...Yalandan da olsa gönül alamaz mısın?" diye.
Mevlana demiş onu.

Annem de, etrafımdaki bir kaç kişi gibi Mevlana'ya sardı son dönemde. En son Hollanda'ya geldiğinde öyleydi en azından. Ne oluyor yahu diye bir soracak oldum, zira bir zaman önce İrfan Dedemin kitaplığındaki Mesnevi'ye meyledecek oldumdu da, dedem "zinhar dokunma o kitaba bu döneminde hayatının" dediydi. Sonra Ebru'nun kitaplıkta ciltleri, Berfu'nun boynunda suretini falan da görünce iyiden işgillenmeye başladım, acaba gerçekten Mevlana bilmediğimiz birşeyler biliyor olabilir mi diye. Şimdi şu lafı da görünce "âlâ" dedim inanır mısınız en şapkalısından. Bilirkişi dedemisi arayıp bir sormak mı lazım acaba ne vakit uygundur Mesnevi okumak için diye? Mazallah zamanlama hatası yapıp da Elif Şafak gibi son bulmayayım 26 ımda. (En sevdiğim üç beş kitaptan birini -Araf'ı- yazan Elif Şafak'a sataşmak da riya şerefsizim. Mesnevi okusam geçer mi acaba?)

-----

Fonda CocoRosie'nin son albümü Grey Oceans var. Yine döktürmüşler, inci inci dizmişler.
Dün akşamdan önceki akşam, bir gazla tekrar program kurduk bilgisayarıma eciecivokke diye müzik yapabilmek içün. Müzik yapmak kötülüklerin anasıdır gerçi. Akabinde gelen hayal seli beni boğabilir. (guluk guluk!)Önüme mikrofonu koyduğum vakit bile eteklerim uçuşmaya başlıyor. Şarkı söylemek beni gerçeklikten uzaklaştırıyor. İrrasyonalite iyidir de bu zaman iyi mi kestiremiyorum.

Zira şöyle şeyler oldu;

Ne vakittir istediğim "o" butik kafeyi açmak fikrini yinelediğim bir anda, melek gibi bir melek yatırımcı bulmuş olmak, akabinde yarın kira durumlarını araştırmak için okulun yakınlarındaki bir mekanın sahibiyle görüşecek olmamız falan çok da rasyonel gözükmüyor. Ama şimdiden duvarlarını çiçekli duvar kağıdıyla kaplarım, bir duvarına da Rasa resimler çizer dediğim doğrudur. Acaba bu satar mı diye dün evde apple pie yapıp arkadaşlara yedirmem de cabası. Herkesin bahar hormonu başka çalışıyor işte.

Özetle;

Olursa adı Loop de Loop olsun kafenin.
Akşam okuldan çıktığım vakit evim diye oraya gideyim.
Kapısının girişine bir limon ağacı koyayım.
Pikabımı ve dedemin 45 liklerini, lp lerini getirmiş olayım.
Tombul bir kedi kıvrılsın ayağımın ucuna.
Bir köşeye bir kanvas atayım, isteyen boyasın etsin.
Bir akşam makale okuyayım, diğerinde atkı öreyim, bir başkasında insanlar gelsin müzik yapayım onlarla. Arkadaşlarım ki -daha tanımadıklarım onlar- gelsin gitsin.
Batmasın da coşmasa da olur.
Hayallerimi biraz olduğum yere kaydırabileyim.
Olmadığım coğrafyalar, gelmemiş zamanlarda değil de biraz burda olayım artık.
Sabah yorgun uyanmayayım, akşam üzgün girmeyeyim yatağa.
Hiç de hoşuma gitmeyen şu melankoliyi, çay kahve diye satıp, üzerine bir de kar edebilsem ne hoş.
Böyle böyle şeyler...

-----

ne acayip demiş yahu..
"Hadi yaramı sarmaya merhemin yok...Yalandan da olsa gönül alamaz mısın?..."

---------

p.s: yazmisim da draft kalmis pazar aksamimdan. bunu post atarken fonda bu var aslinda;

25 Mart 2010 Perşembe

don't wake me up I plan on sleeping

Yakınımdakiler işte senin şarkın bu diyolaaa. Bir zamandır uyku arasında iş güç peşindeyim resmen. Sabah kalktım, toplantıya gittim ki bir saatten az, akabinde bişeyler yedim ve saat 4'e kadar uyudum. Şimdi kafayı koysam yastığa yine uyurum muhtemelen. Rasa'nın tespiti homesick olduğum yönünde. Zira mütemadiyen yaz tatili kurguluyorum. Bense tez'den kaçış mekanizması geliştirdiğimi düşünmeye başladım. Ama her alternatifte normal bir durum değil.

Bu arada sevgili Agata'a hamile kamlaya uğraşıyor, hatta bugün itibariyle gebelendi(kendisi buralı bir abimizle beraber Polonyalı bir arkadaşımdır). Seneye ikizler gelicek büyük ihtimalle, işlemden mütevellit. BÖyle içimi mutlu eden, içimi buran bir haber oldu. Bu bebek merakı beni Cihangir'deki kedili teyzeler gibi yapacak korkarım. Hatta Rasa bugün, bütün semptomları Agata yerine senin gösteriyor olman ne komik dedi. Bu sürekli uyku/yeme haliyle histerik hamilelikte bir çığır açmış olabilirim. Agata benim heyecanımı fırsat bilip "e bakarsın bebelere özge teyzesi artık" dedi. Ben de "bakmam mı yirim yirim" dedim.
Belki onunla burda ufak bir iş de yapabiliriz. Bebe belik küçük bir kafe açsak, ben okulda daraldıkça koşsam gitsem. Sağı solu salyalasa, emeklese sarı böcekler. Güzel hayaller...
Ama önce bir yaz tatili...

Tepede "bu" diye buladığım şarkıyı da sözleriyle vermek isterim...
Yirim..




Last week I had the strangest dream
Where everything was exactly how it seemed
Where there was never any mystery of who shot John F. Kennedy
It was just a man with something to prove
Slightly bored and severely confused
He steadied his rifle with his target in the center
And became famous on that day in November

Don't wake me I plan on sleeping
Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping
Don't wake me I plan on sleeping in

Again last night I had that strange dream
Where everything was exactly how it seemed
Where concerns about the world getting warmer
The people thought they were just being rewarded
For treating others as they'd like to be treated
For obeying stop signs and curing diseases
For mailing letters with the address of the sender
Now we can swim any day in November

Don't wake me I plan on sleeping
(now we can swim any day in November)
Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping
Don't wake me I plan on sleeping in

[x3]
Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping
OOo oOo oOo

[x2]
Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping
OOo oOo oOo
(Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping)

Don't wake me I plan on sleeping in
Don't wake me I plan on sleeping
OOo oOo oOo

19 Mart 2010 Cuma

Alkazar Sineması Mabel Çiklet Gibidir

Alkazar Sineması kapanıyormuş. İstiklal Caddesinin arnavut taşlarını söktüklerinden beri hiç bir haber o minvalde bu kadar canımı sıkmamıştı.
Alkazar sineması Mabel çiklet gibidir, yılda bir iki kez alır sevinçten deliye dönersin. Ben üniversite için İstanbul'a ilk geldiğimde, kulakları çınlasın Sedat götürmüştü Alkazar'a. Kutup Çizgisi Aşıkları vardı. Böyle her zamanki tok sesiyle "burası güzeldir.." demişti. Girdiğimde salona, nefesimin kesildiğini hatırlıyorum. İçimden "İstanbul'dayım" diye geçirip sevindiğimi.. Film çok güzel, ama coğrafi olarak çok uzaktı. Yani İstanbul'a gelebilmenin kendisi büyük hadiseydi en nihayetinde. Kutupdairesi çok gidilemez bir yerdi. O yüzden bir masalı dinler gibi izledimdi filmi. Çok değil bir kaç sene sonrasında şu satırları kutup dairesinin içindeki evimden yazıyor olmak ne ironik.

Çıktığımızda dışarıda deli bir yağmur yağıyordu. Ve insanlar kaçışmıyordu yağan yağmurdan. İnsanlar Ankara'da yağmurdan kaçar. Eğer şemsiyeleri yoksa, elleriyle, çantalarıyla korumaya çalışırlar kendilerini yağan yağmurdan. Taksim öyle değildir. Gereksiz bir gurur oturduğunu hatırlıyorum üstüme. Yol üzerindeki müzik dükkanından, Şevval Sam & Kazım Koyuncu dan "Gelevera Deresi" çalıyordu. Ben şarkıyı ilk kez duydum o gün. Sedat bir heyecan durdu kaldı dükkanın önünde. Aynı gün mü hatırlamıyorum bana bir cd sini hediye etmişti.

Sıcak brişey içelim içimiz ısınsın diye "Uçan Ev" e gittik. Ne güzel isimdi uçan ev bir kafe için. Orayı da ilk kez duyuyordum. O sokaktan da ilk kez geçiyordum..

Büyüyor gibi hissettim o gün. Çok kilit günler, anlar vardır insanın kafasında, anahtar kelimelerle çakar. O gün çok farklıdır benim hafızamda. O gün hayatımın başka bir tarafa doğru evrildiğini öyle büyük büyük hissettiğim bir gündür. Alkazar'da bir film izleyip, İstiklal'de yürüyebilmek, Taksim'de bir çay içip, "manzaralı duraktan" çirkin bir iett otobüsüne binmek, gecesine İstanbul'da gözümü yummak... Ankara'dan çıkmış olmaktı o gün. Bugün Alkazar'da izlediğim gibi bir coğrafyada olmak dürtüsünün en ilkel zamanları...

Üzüldüm vesselam. Mabel çiklet gibidir Alkazar zira benim için. Şimdi çıksam köşedeki büfeden edinemem ama duysam ki Karaköydeki mütevazi fabrikası kapanmış Mabel'in, oturur yarım gün ağlarım. Çocuğum'da yesin isterim baston çikolatadan, çiğnesin arap bacıdan. Tutayım elinden bir filme götüreyim Alkazar'da.. Kısmet değilmiş...
Canım sıkıldı akşam akşam...

Bir keresinde de böyle İ.Melih GÖkçek kuğulu parkı yıkacakmış diye duydumdu da kalp krizi geçiriyordum. O da başka bir hikaye...

Hemşerim The Cardigans'dan Alkazar için geliyor,
"Couldn't Care Less"
manidar olaymış...

18 Mart 2010 Perşembe

Buraya beş tane başlık yazdım da hiç birini sevmedim..

Trouble Over Tokyo - The Liar from piximory on Vimeo.




"Lie to me" izledim bir tam sezon terrrrbiyesizce o kadar iş varken yapılacak. Çok kral dizi. Doktorum House'umdan sonra Lightman, adı gibi pek bir hafif pek bir naif nazarımda. İyidir iyidir.

Her gün podcastten Radyo Odtü Modern Sabahlar dinliyorum. Üstelik teze bakarken fon müziği olarak. Tarihten ders çıkaramayan bir ben varım bildiğim. Öyle ki modern sabahlar dinlenerek hazırlanılan öss nin sonucu Marmara oldu. Şimdi bu tezden büyük beklentilerim yok haliyle. Evet cüceyim ben..

Hocamın çocuğu hastalanmış gece, ateşi çıkmış, tıkanmış nefes alamamış falan. Acil servisi aramışlar. Acildekiler de getirmeyin hiç buraya, arabanın camlarını açıp arabada bir yarım saat gezdirin demişler. Onlarda gece 2 de aynen öyle yapmışlar. Türkiye'de bunu diyen doktoru taşlarlar.

Dün evlerin yangın alarmlarını kontrole geldiler. Evimin default yangın alarmı oluşuna dün şaşırdım. Biliyordum da, çalışmıyordur kesin diyordum.
Çalışıyormuş bip bip bip.

Bir haftadır sigara içmiyorum. "Sigara içmeyeyim artık ben" dedim de içmiyor değilim. Gelişine içmiyorum yani. Dün gece olsa bir paketin yarısını içer diğer yarısını da yerdim mesela.

İki elimle taşıyamadığım kadar makaleyi/kitabı okumak fikri ürkütücü geldiğinden,bir kısmını saklıyordum. Dün hepsini ayyuka çıkardım. Acıların çocuğuyum.

Bir de doktora da ne çalışacağıma karar verdik. Daha doğrusu hocalar konuştu ben de dinledim. Arada da kafamı salladım yavaşça. Çok az bir kısmını anladım anlattıklarının. Güzel şeyler düşünüyorlar sağolsunlar. "Ben yapamam bu dediklerinizi" dedim. Onlar da öğrenirsin dediler.
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.

Şiddetle ışınlanabilmek istiyorum ayrıca. 2010 a geldik hala teletransporter yok! İsyanım size bilim adamları! Bir silkinin kendinize gelin artık!




O olmadı bana bir tane Vecihi versinler bari.. Atsın götürsün teyyaresine.
Çıkıp kilisenin önünde Vecihi geliyoooor diye bağırmazsam ren geyiği olayım..

10 Mart 2010 Çarşamba

kış falan hikaye güneş olunca



kış falan hikaye aslını isterseniz. son bir haftadır deli gibi güneş var. yerler hala buz. göl hala ufuk çizgisine kadar donmuş vaziyette. ama günşe var diye, hiç koymuyor. öyle çok farkedilir bir ısınma yok ama insanın içi ısınıyor.
ve ben bir blog yazısına daha hava durumuyla başlıyorum. olmaz olsun böyle yazı.

tez falan yazıcam diye 100 kilo olmak yolundayımç biraz da mali durumlar kısıtlı olduğunda gönlümce at koşturamıyorum, haliyle kendimi mutfağa verdim. mozaik pastalar, mezeler, poaçalar, kekler derken mütemadiyen pişiriyor mütemadiyen yiyorum. iki tane data şaapılacak altı üstü diye obez usta oldum.
böyle tez de olmaz olsun.

diğer taraftan kreatif bir patlama da yaşıyorum ne yalan söyleyeyim. böyle boncuktan kuş, kot pantolondan etek, elbiseden şapka yapasım var felaket. insan tüketmeyince güzelleşiyor. saçma sapan tüketim de olmaz olsun.

bir de sürekli aklıma bişeyler geldiğinde "yahu bunları yazmam gerek" dürtüsü ve akabinde onların aklımdan gidivermesine bağlı olarak "çok da önemli değillermiş demek yahu" ikilemi var. friendfeed e bakıp bakıp hizaya geliyor, adeta kıskanıyorum. ben de "pembe mi daha güzel mavi mi?" gibi bir post atarak sosyal gözlem yapsam mı diyorum. muhtemelen bu yazıyı okuyan sosyal psikolog ablalarımdan sosyal networkler üzerine çalışmalarını reca ediyorum. kavanoza sığmaz fikirlerim var.
öyle fikriler de olmaz olsun.

bir de 11 kedi edindi. adı da sophie (p ile mi yazılıyor f ile mi bilmem, sophie'nin buna aldırış edeceğini de sanmam gerçi). feci birşey. "madem doğuramıyorum o halde hayvan edineyim" gibi fikirler hücum ediyor bu ara, özellikle de makul şeyler üzerine düşünmekten kaçmak üzere seri saçmalamaya başladığım vakitlerde. sophie nin tombulundan isterim yuvarlanarak yürüsün. yani yürüyemeye üşensin de yuvarlansın. ya da doğurayım bir tane. böyle kafa karışıklığı da olmaz olsun.

al bir tane de kış fotosu koyayım, ambiyans olsun.
kıştan fotoğrafından olacak ambiyans da olmaz olsun.

selametle.

20 Şubat 2010 Cumartesi

döndüm ki...

..döndüğüm yerde değildim.

david geçenlerde John Bauer in Jönköping' e nasıl hapsolduğunu anlattı. Ne kadar doğrudur bilinmez, burdan çıkmaya çalışırken, tekneleri bir fırtınaya yakalanıyor ve Granna açıklarında batıyor. Otel, müze ve muhtelif binalara ismi verilen John amca aslında ebediyen burda kısılıp kalıyor, burdan kaçmak isterken.
Groningen, şehir olarak çok mu muhteşemdi? Hayır.. Ama orda, sanki hep benim için hazırmışçasına bekleyen o sosyal çevre beni şehre eklemlendirdi. Şimdi burda, çok daha benim, çok daha bana aitmiş gibi hissetmem gereken bir coğrafyada, kaç sene daha kalabilirimin muhasebesini yapmaya çalışıyorum. Muhtemeldir ki başka bir alternatif çıkmayacağından, istediğim gibi başka bir alternatif yaratamayacağımdan burda kalacağım. En azından bir süre daha. Ne kadar daha?

O kadar başvuru, kovalamanın ardından, hiç başvurmadığım, hatta talep bile etmediğim, hatta varolmayan bir Phd kadrosunun teklifi ile geldi Charlotta. Ki kendisi beraber çalışmak isteyebileceğim yegane insandır. Bana el verse alır yürürüm biliyorum. Ama sevinemedim. Sebepleri belli işte..
İyi para kazanmak, iyi bir kariyer yoluna çıkmak, sonrası için altından merdivenler hazırlamak falan kendime en rasyonel olanken, rasyonel olanın mutlu etmediği gerçeğine kafamı çevirmek durumunda kalıyorum yine. Ertelediklerim için kendimi "daha yaşım küçük" diyerek avutuyorum.

Daha hiç birşey bitmiş değil şüphesiz. Ama birşeyler şekillenmeye başladı. O zamanın bu kadar kısa sürede geleceğini de bekliyor değildim ne yalan söyleyeyim. Kafamda sonrasında neler yapacağıma dair birşeylerin netleştiği evre, ağaçlarda çiçeklerin patladığı bir bahar gününe falan denk gelir zannediyordum. Ama yine durmayacakmış gibi yağan karla anacağım bu dönüm noktasını da gözüken o ki. Kış çocuğu olmanın kısır döngüsü diyelim ve geçelim bunu da.

"Döndüm ki döndüğüm yerde değildim" demiş Enis Batur. Gidiyorum, geliyorum, tekrar gidiyorum, sonra tekrar dönüyorum. Ama kendi içimde spirale sarıyorum aslında. Zaman geçtikçe doğrusal olmayan bir şekilde kendime düğümleniyorum. Zaman içinde herşey biraz daha yerine oturur, biraz daha çözülür dediğim herşey bende düğüm oluyor, bende kümülatif birikiyor.
"There and back" temalı bir not daha düşüyorum kendime bir kez daha. Sonuncusu olmadığını da çok iyi biliyorum.

----
başka..
retro takılar alıyorum kendime ikinci el dükkanlardan. ne ara takacağımı hiç bilmiyorum. plastik boncuklardan takılar, uzay canavarları yapıyorum ütüyle yapıştırarak.
bolca bitki alıyorum. suluyorum onları sık ve az. şarkı falan söylüyorum onlara "start wearing purple" diye 50 sini yeni devirmiş "şık latife" edasında.
yemek yapıyorum. yemek yiyorum. başka yemekler yapmak istiyorum.
bir dikiş makinası almak istiyorum. bir perde dikmek istiyorum. bir tane atkı örmek, sonra onu söküp tekrar örmek istiyorum.
"sahnede" giyerim diye aldığım ve sahnede giyilemeyecek ayakkabılarıma ve aksesuarlarıma bakıyorum ara ara dolabımı açıp.
gitmek istediğim yerleri sıralıyorum kafamda bazen.
bazen sıkıldıkça izlanda'ya uçak bileti bakıyorum. biraz sıkıntımı alıyor.
görmek istediğim insanların yüzlerini, seslerini hayal ediyorum sıkça.
kendi adımı onların sesinden duymaya çalışıyorum.
bugün istanbul'da olsaydım akşam ne yapardım diye düşünüyorum.
bugün istanbul'da olanlar akşam ne yapacaklardır diye düşünüyorum.
müzik yapmak istiyorum ekseriye. elime geçen mikrofon büyüklüğünde her nesneye iki name mırıldanıyorum 5 yaşındaki halimden farksız.
zar zor orjinal rengine döndüğüm için saçlarıma hayıflanıyorum. iki renk değiştirir, kafamı dağıtırdım diyorum halbu ki.
kardan ve soğuktan da daha az rahatsızım artık. iklim canımı eskisi kadar sıkmıyor.
diğer bir deyişle yuvarlanıp gidiyorum işte.
spiral gibi içe doğru yuvarlanıyorum...
hava -8, kar yağışlı.
benim içimde kocaman bir kartopu büyüyor. alıp uzağa bir yere fırlatasım var...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Günün Murphy Kanunu

Kötü şeyler insanın başına, fiziki imkanlarının ve zamanın en kısıtlı olduğu durumlarda gelir ki, o "şeyler" ile başetmek çok daha zor olsun.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Terminoloji

Ekonomi öğrencisiyim ben son bilmem kaç senedir. Sosyal bilimdir dediler Türkiye'de. Burda öyle demiyorlar. Öyle olsaydı "Social Sciences" departmanının altında olurdu şüphesiz. Halbu ki öyle değil. "Economic Development" diye bişey var mesela. Bir de "Development Studies", o başka. Şu anda bir ekonomi öğrencisi olarak "Spatial Sciences" fakültesinden aldığım "Population and Development" diye bir dersin sınavına çalışıyorum. Bambaşka bir terminoloji. Bambaşka bakış açıları, kriterler. Aynı mevzular. Evet, sosyal bilimlerde net bir tanım aramak anlamsız olur, kabul ediyorum. Ama artık beynim uyuşuyor literatür farklılıklarından. Önce dilden kaynaklanan terminolojik farklılıklarla baş etmeye çalışırken, şimdi farklı alanların terminolojileriyle başetmeye çalışıyorum. "Alan seç ve onda uzamnlaş" diyor bazı hocalarım. Yapamıyorum. Doğam buna izin vermiyor. "Development" çalışırken bir insan Ekonominin altında ve diğer tarafta "Developmental Studies" diye bir şey varken, nasıl görmezden gelebilir ki? Dallanınca da budaklar gözüme batıyor böyle. Tanımlama arzusu çeşitliliğe yol açıyor sosyal bilimlerde, amenna. Bu çeşitlilik, zenginliğidir diyoruz bilimin ekseriye. Peki ya zayıf noktasıysa. Ya biz bir şeyleri anlamnldırmaya, formülize etmeye çalışırken, aslında daha yalın çözülebilecekleri daha komplike hale getiriyorsak?!?
Yorgunum bugün biraz. Yorgunluğumun sebebi okumaların başında, fikirleri teorileri anlamaya çalışırken vuku bulmuş olsaydı keşke, ama değil! Yorgunluğum terimlerin içinde kayboluşumdan... Beynimi buzdolabına koyarsam biraz serinler mi acaba?

15 Ocak 2010 Cuma

Hollanda senin adın neden Hollanda?

Herşey bir anda oldu... "living in this city is like acting in a movie" dedim Nele'ye. Halbu ki Nele yanımda değildi. Aslında kimse yanımda değildi. Ben gecenin ikisinde bisiklete biniyordum boş Groningen sokaklarında. Hava muhtemelen eksilerdeydi ama üşümüyordum. Çünkü kanım dünyanın başka başka yerlerinde üretilmiş şaraplarla doluydu. Öğrenci bütçesine rağmen aynı gecede bir şişe chile, bir şişe fransız cabarnet bir şişe de menşeini bilmediğim bir rose devirebilirdim bu şehirde. Bugünkilere bakamayacak kadar kanıksamışım bu lüksü(!)artık..
Önce uzun bir sokakta gitmeye başladım. En yavaş adımarla pedalladım bisikletimi. Kaymayı göze aldım... Kayıp da serilmeyi karların üzerine... Düşmek istedim, ki canım tam yansın...
Pedalladım... Yolu açmışlar, tuzlamışlar besbelli donmasın diye. İki yanı kar yığını... Sol tarafımda boylu boyunca kanal.. Kanal da bot evler... Bot evlerde insanlar... Isınıyorlar belli ki, bacaları tütüyor... Uzun boş bir yol... Hem de sisli... Hem de sessiz, kimse yok...
Sonra başka bir ara sokağa döndüm, dönmemem gereken... Dönmem gerekmeyen ya da.. O da bir önceki kadar ıssız... İki tarafta kar yığınları. Bu sefer ki biraz daha küçük bir yol, yer yer kar kalmış yolun ortasında... Aynı sis, aynı boşluk... Gözümün alabildiği hiçbir yerde hiçbir canlı...
Sonra bir sokak daha, sonra bir tane daha... En son küçük bir gölet vardı sol yanımda eve gelmeden hemen önce.. Kanalmış evvelden belli ki. Buz kesmiş, donmuş... Üstünde ördekler, başlarını sokmuşlar gövdelerine uyuyorlar.
Kafamda binbir türlü müzik... Önce yaylılar giriyor, sonra nefesliler... Ney giriyor, usul usul üflüyor birileri... "Ney sesini çok severim" diye fısıldıyor kulağıma... O da yanımda değil halbu ki... Aklıma Emre geliyor sonra, can arkadaşım... Lisedeyken tutturmuştu ney üflemeyi öğrenicem diye. Ses çıkaramamıştı dahi. Şimdi o da "ekmek" peşinde... "Biz erken erip sonradan yolu şaşanlardanız" dedim, bu sefer kendime...
Pedallamaya devam ettim bisikletimi.. Ta ki kendi sokağıma çıkana kadar...
Sokağımın başına geldiğimde sola kıran bir araba görüp kızdım. Orada olmamalıydı. Bir ben ayakta olmalıydım o an. Film benim filmimdi ve ben şehri kapatmıştım bu akşam. Uygun efekt için sis bile ayarlamıştım, torpilim büyük yerdendi. Bu araba nerden çıkmıştı.. Sonra araba gitti... Sonra yaylılar... Sonra üflemeliler... Pedallamaya devam...
Gece 2 olmuş bile... "Kendime not düşmeliyim" dedim hemen bir heyecanla... Nasıl kitledim bisikleti, nasıl açtım ahşap kapıyı, nasıl çıktım daracık merdivenlerinden evimin(!).............
Bugün, çok değil bir yarım saat önce, herşey bir anda oldu... Bir anda, o yollarda bisikletimin üzerinde giderken gecenin bir vakti, şehrin sırrına erdim.
"Bu şehirde yaşamak bir filmde oynamak gibi"... Güzel değil, çirkin değil.. Ama film gibi...
Özleyeceğim... Burayı da...

6 Ocak 2010 Çarşamba

Nazim

Atav atmisti bloguna bir zaman. O zaman degil ama bu zaman bana gelsin....


"Kafamı çıkarıp dolaba kilitlesem bir haftalığına,
Karanlığına boş bir dolabın
Omuzlarıma bir çınar diksem kafamın yerine
Uyusam gölgesinde bir haftalığına…"

Nazim