23 Haziran 2009 Salı

toronto

trinity bellwood parkinda 200 e yakin insani ayni anda drum calip tuttururken gordum. toplu meditasyon... adamlar bizim kabagi alip gokdelenlerin arasina koymuslar terbiryesizce. bir de bunu her hafta yapiyorlarmis. herkes evinden drumlarini diger enstrumanlarini getirmis, bir taraftan tepiniyorlar bir taraftan acayip acayip poiler biseyler. bir de herkes muthis ayik. sonra drum session bitti basladilar vokalle meditatif sesler cikarmaya. boyle bir cember etrafinda tipler. o da bitti biri cikti bi bankin uzerine dedi onumuzdeki hafta sali suradaki beach de yapiyoruz simdi herkez copleri toplasin. miller ciddi ciddi etrafi temizlemeye basladi. bir tafatan takilmaya devam ederek. sonra iki dakika yuruyorsun ana cadde, polis arabalari falan...... gozun gordugu koca koca binalar parktan cikinca lakin parkin ici kurtarilmis bolge. 4 saatligine belki ama mumkunmus.

butun gun enstitudeki ard arda sunumlarda bohem endeksini falan tartisip torontonun, aksamina boyle biseye denk gelince acayip oldu.

workshoplara ve akademik mevzulare gelince, o bambaska bir yaziya konu olur. diyebilirim ki lakin "that might be the first day of the rest of my life..."

toronto pek guzel.


p.s: portekiz mahallesinde kaldigimdan oyle demiyom vallahi...

19 Haziran 2009 Cuma

turca en nueva york

Nasıl oldu bende anlamadım. Her şey bir anda oldu. Bir türlü gelmek bilmeyen Kanada vizem için sabahın bir köründe kendimi bir Mtero-North New York exprese atıverdim. Hani zorunluluktan resmen. Halbu ki böyle canlandırmamıştım elbette kafamda. Yılların mevzusudur yaw New York'a gitmek. Bri nevi level atlamak gibi. O sokaklarda yürüyüşümü, üstümdeki kıyafetlere kadar kafamda çizdiğim zamanı bilirim. Lisede miydim? Nil bir albüm çıkarmıştı. Onda da babasına yazdığı bir şarkı vardı: "New York'a gittiysem nolmuş? Babamı üzdüysem nolmuş? Gencim bir yarınım kalmııııış" diye... Ben Ankara'dan daha burnunu çıkarmamışken Medison Square de düşünebiliyordum kendimi, lisenin bahçesinde kulağımda discman sonsuz turlar atarken. Ya ya..
Velhasılında o gün böyle geldi. Vize çıktı mı yetişcek mi kaygılarıyla nereye gittiğimin farkında olmadan (çok da umrumd olmadan) Manhattan'a vardım. Sanki günlük ritüelimmiş gibi kaygısızca o trenden indim, sanki yıllardır kullandığım bir yermişçesine garda çıkış kapısını buldum, başladım konsolosluğa doğru yürümeye. Kahve ihtiyacı duydum uyanabilmek için -sabahın yedisi- önüme gelen ilk starbucksa girdim. "Herzamankinden" ifadesiyle kahvemi istedim: "Medium Regular". Elime kolum kadar bir bardak tutuşturduklarında ancak içinde olduğum gerçekliği idrak edebildim (işte idrak denebilirse).
Kanada konsolosluğunda Venezuelalı bir müzisyenle tanıştım. Ezberinden Nazım şiiri okuyabilen kaç adam bildin? Bu onlardan biri çıktı işte. Bana ezberden Orhan Pamuk kitapları sayıyor. Dedim "Ben bir Ergenekon bilirim gerisi boş, hem sen biliyon mu Twin Towers'ı Hizbullah yıkmadı. ya ya!" O da dedi ki "Sen onu geç de ben buralıyım, Brooklynde oturuyorum" O Brooklyn deyince bu bizimki "dedim yaa dedim sen dedim nasıl dedim ha ha ha!"
Piyango çıktı resmen çocuk cıvıklık bir tarafa. Yavşak olmayan, entellektüel -den kasıt okumuş etmiş-, yurt sışında yaşayıp da Chavez'i seeeevmiyooom demeyen tek Venezuelalı da koskoca New york da bana Kanada konsolosluğunda denk geldi. Hikmetinden sual olunmaz işte rabbimin.

Dedi benim bugün off bir kaç saatim var yardımcı olayım istersen. Dedim gözümsün: "Eres mi ojos" dedim tabi yo hablo espanol minvalinde ama anlamadı bizim Juan bilader. Olsun bir hoşluk oldu =/
Aldık vizelerimizi çıktıııık velhasıl...

Dedi "Central Park'a gitmek ister misin?" Bu şimdi öyle bir soru ki... Sanki Güvenpark'a, Kuğulu Park'a gitmek ister misin der gibi. Bir süre rötarlı düşünüp, gecikmeli cevaplar verdim tekliflerine. O saniyeye kadar tek derdim vizeyi vaktinde alıp pazar günü yola çıkabilmekti Toronto'ya. New York falan mikimde değildi.
"Central Park'a gitmek ister misin?" sorusu tokat gibi patladı.

Geçtiğim bütün sokaklar o kadar tanıdıktı ki... "Flashback of a feeling" diyor ya Metric o hesap.. Ortalama bir film izleyecisinin Rockafeller dan Time Square e sekerek gidebileceğine bahse girebilirim.
Açlıktan midem kaynayana kadar yürüdük. Sonra China Town: "Do you wanna buy Rolex?" diye yol kesmeler... Bir dakika önce De Beers ın önünde endam eyleyince benim beyin oldu cacık. Ucuz bir Vietnam restoranında ziflendikten sonra, Little Italy de kahve.... Sonra Soho, sonra Battery Park, Statue of Liberty, tekrar Broadway. Broadway yaw... Hani şu bütün sene elimde dönen kitapların hepsinde örnek üstüne örnek verilen creative industry teorilerinin taçsız kralı, kaymaklı ekmek kadayıfı...

Bir an boş bulunup dedim ki "i can prewiev myself in this city. not that i am willing to live but i can sense that moment: me, living here... creepy..." Juan güldü. Bense ürktüm.
Daha çok erken olmasına rağmen yorgun olduğum bahanesiyle exprese tekrar attım kendimi. New Haven'a kadar sızmışım. bunu bildiğimden yanımdaki teyzeyi tembihledimdi New Haven'a varınca kaldır beni deyu.
Gözümü açtığımda dedim ne rüyaydı...
Bunu daha şuurlu tekrarlamalıyım.

......................

Sonra Besim bir şarkı sözü gönderdi:

"yeni bir ülke bulamazsın
başka bir deniz bulamazsın
bu şehir ardından gelecektir
sen yine aynı sokakta dolaşacaksın"

o (!) şehrin uykusuna yatıcam bugün.
içinde herşeyden biraz olsun, herkes olsun...
rüyadır en nihayetinde mantığa lüzum yok.

böyleyken böööyle işte...

p.s: başlık engin ispanyolcamdan ziyade Federico Garcia Lorca'nın "Poeta en Nueva York" una ithafen şey olsun diye...

16 Haziran 2009 Salı

özel istek üzerine havuçlu kek tarifi

Sevgili Okurlarım,
Kocanız işten eve yorgun ve huysuz mu geliyor. Hiç endişelenmeyin. Bir dilim havuçlu kek ile onun kalbini kazanmaznı mümkün. İşte tarifi;

Malzemeler;
-4 yımırta
-2 su bardaaaa şeker
-2 su bardaaa un
-1 paket kabartma tozu
-varsa vanilin şeker yahut bir tatlı kaşığı vanilya şurubu
-1 su bardaa rendelenmiş havuç
-bir takım dövülmüş fındık ya da ceviz (olmasa da olur olursa şahane olur)
-keyfine göre tarçın

Yapılışı efeem;
-yımırtaları şekerlen köpük köpük olana kadar çırpmak suretiyle karıştırıyoruz.
-sonra unumuzu + kabartma tozumuzu + vanilin şekerimizi veee cevizimizi falan karıştırıyoruz.
-rendelenmiş havuçlarımızı da ilave ediyoruz lakin mıcık mıcık olana kadar değil karıştırdığımıza emin olana kadar şaapıyourz. yani bu cümleden kasıt havuçları ilave ettikten sonra çook çırparsak mıcık mıcık olur mazallah.
-bildiğimiz tipik, çember kek kalıplarından birini yağlayıp unladıktan sonra boca ediyoruz.
-(en sevdiğim bölüm) ÖNCEDEN ISITILMIŞ 175 c (350 Fahrenhaaayt) fırınımza koyuyoruz.
-işte sen de yarım saat ben diyim 40 dakika falan pişiriyoruz. kekin pişip pişmediğini anlamak için kürdan batırmak caizmiş.
-kalıptan çıkarmadam soğumasını beklemezsek kek dağılır.
-üzerine krema ya da pudra şekeri falan serpeceksek de keza soğumasını beklemek lazım yoksa erir.

Haydi hanımlar! Yorumlarınızı bekliyorum.
Afiyet Olsun!

15 Haziran 2009 Pazartesi

doktor doktor kalksana, lambaları yaksana

house'un kahve makinasında "good coffee, cheaper than prozac" yazıyor. ne güzel di mi?

14 Haziran 2009 Pazar

süpürge faraş sendromu

süpürürsün süpürürsün de faraşa aktarırsın ya süpürdüklerini. hiç bir zaman tam olarak tozun hepsini o faraşa itikleyemezsin. bugün bööle umut sarıkaya'nın mutsuzluk tanımları gibi bir sahne yaşandı faraşla çaresizce didişirken.
elektrikli süpürgenin gözünü seveyim.

13 Haziran 2009 Cumartesi

gangs, brothers, sisters felan feşmekan

Yer: Connecticut Amaaarıka. Dedim ne menem bişey bu "Yeni Dünya" baktım yeni dünya baya eskiymiş. İnsanlar falan bildiğin çirkin. Kimse İngilizce konuşamıyor. Hrkes kendince başka bir dil konuşuyor. Zaten mevzular hep aynı: " taxler kalkmalı meeeeeen", "nabbbıyon meeeeen".
Şaka bir tarafa pizza restoranında geçirdiğim zaman tam bir sosyolojik gözlem madeni. Her milletten adam gördüm dedim amerikalılar nerede. Sonradan olayın sırrına vardım "Amerikalılar" diye bişey yokmuş meğer. Derlerdi de inanmazdım cık cık.
Amerikanca(!) anlaşamadığımızdan ekseriye, hızla ispanyolcamı iyileştirmeye başladım. Öyle ki JFK de shuttle ayarlamaya çalışırken informationdaki kadın ortalama bir türk kadar ingilizce konuşunca mecburen derdimi İspanyolca anlatmak zorunda kaldım. Ya Ya...
Ivır zıvır bir yana hiç göremem dediğim şey dün burnumun dibinde oldu. 50 tane siyahi birbirine girdi önce dükkanın önünde, sonra ne olduğunu anlaymaadan pat pat pat pat silah sesleri.. Bir kaçışmalar bir bişey.. Bekledim polis falan gelir mi diye o da yok. "O memo burası teksas amariiika" dedim içimden. Rafet'i düşününce bütün korkum geçiverdi. Rafet'im El Romannnooom nasıl da güzel demiş valla.
isveç den sonra 5 milyon oldu kafam burda. Algıda seçemiyorum detayları artık.
Bir de tespitipitimi yazayım da bitireyim madem: Amerikanın Dünya'yı nasıl sömürdüğünü en temiz yoldan anlamak için, burda iki market dolaşmak kafi.
See ya meeen!