31 Aralık 2009 Perşembe

şu yeni yıl mevzusu

yeni yıllarımın laneti var "kutlama" anlamında, tıpkı doğumgünlerimin de olduğu gibi. 1 (yazıyla bir) sürpriz doğumgünü partisi haricinde, okulda yalapşap kesilen pastalar, aile içinde çimdirilen yanaklar ya da danaya girer gibi 2-3 kişi kombine kutlamalarla geçti..
yılbaşlarından bahsetmiyorum bile. kutlamaya niyetlendiklerimin dahi akıbeti felaket.
işbu sebepten ben de yeni yıl kutlamalarına kafa tutar oldum. misal annemle babam geldi ziyarete, son on gündür yollardayız. groningen'e dönüşü 31 ine denk gelecek şekilde ayarladım ki, evde, pijama terlik kuruyemiş kombosuyla bir seneyi daha devirebilelim. gönül hatuna kalsa kadeh kaldıracaktı eiffel in ayağında ama neeeiin!
lanet dedim de niye dedim?
çünkü aralık ayı pis bir aydır. aralığa yol eden ekim kasım da bittabi...
yılın sonudur, yorgundur, muhasebesidir tercihlerin falan..
bir sonraki yılın bilinmezliğidir. nerede yaşayacaksın, nasıl yaşayacaksın, napacaksın stresidir. bir sonraki yılın başvurularıdır aralığı takip eden ocak ayı. bir de benim için bir yaş daha yaşlanmaktır.
"şu yaşa geldiğimde şunu şunu yapmış olacam" ları yapamadığının idrakıdır...
soğuktur bir de. hele böyle soğuk bir yerdeyken dize kadar kardır, eksi ondur, ayazdır, dondurmam gaymaktır..
o yüzden kutlamaların lanetli olduğu tesbitimin yanaklarından makaslar alırım.. kutlanacak bir hadise göremiyorum artık biten yıl/gelen yıl kombosunda.
bir gün, bebe belik, bilmem kaç senedir oturduğum kurulu düzenimde, tek derdim tombalada ikinci çinkoyu yapmak olursa, o zaman iki çatapat bir şampanya da ben patlatırım.
ama şimdilik kuruyemiş pijamayı hak ediyor yeni yıl hadisesi..
cümlemize happy new year.
adios estarabim, sağdan soldan estarabim au au!

28 Aralık 2009 Pazartesi

oteller falan

çalışma masasının çekmecesinde incil olan bir oteldeyim şimdi, brükselde.
bir keresinde doğu karadenizde seccade görmüştük bir odada da nasıl şaşmıştık annemle. şaşmamak lazımmış.
bu da business style: the new tastement...

16 Aralık 2009 Çarşamba

yine şu gurbet mevzusu

Bugün Aynur'la karlı Hollanda sokaklarında yürürken (işte yıllardır özlemini çektiğim giriş)..
Ne diyordum, hah, yürürken, Türk öğrenciler muhabbeti açıldı. Burada, Groningen Universitesi'nde öğrenim gören Türklerin sayısı doktoralarla falan beraber 30 civarı yanılmıyorsam (fazlası vardır azı yoktur). Hesap ettim bunlardan bir 10 tanesini falan biliyorum, 5 iyle falan da görüşüyorum. Aynur Zernike Kampüsü'nde ne kadar çok Türk olduğundan bahsederken muhabbet döndü dolaştı, yurt dışında Türklerle Türk oldukları için görüşme muhabbetine geldi yine. Bu böyle dünün bugünün muhabbeti de değil. Ezelden beri, belirli bir sürenin üzerinde yurt dışında kalan insanın bünyesine zuhur eden bir ikilemdir diye tahmin ediyorum. Ne Türklerin içine yekten kaynamak istersin, ne de o komüniteden uzak durabilirsin. O yüzden kimsenin daha evvel varamadığı bir fikre varmış olduğumu falan düşünmüyorum. Ama muhabbetimizin üzerine eve geldiğimde, Jönköping'den Burak'ın, geçmiş de yazdığım bir cinnet postuna yorumunu görünce, dedim bu tesadüf bir cilayı hak ediyor. Buyurunuz burdan yakınız gurbetlik cigaralarınızı bu akşam o yüzden;

Bilen bilir benim öyle geleneksel konularda hiç gocunmam olmadığını. Rakı muhabbetini, göbek havalarını yer yer sevdiğim gibi, çok türkü de ağlamışlığım, gurbet günlerinde bütün yöresel yemekleri pişirmişliğim, Türkiye'den gavur ellere kutu kutu lokum, türk kahvesi ve bilimum yöresel lezzetleri taşımışlığım vardır bir elçi edasıyla. İsveç de iken ayda bir Huskvarna'daki Arap marketinden, burdaysa haftada bir Türk marketinden alışveriş yapıyor, her seferinde de anlamını düşünmeksizin "alllllaaah bereket versin" demekten pek keyif alıyorum esasen. Perşembe akşamları porto şarabımı yudumlarken, Aşk-ı Memnu izlediğimi falan da saklayacak değilim. Jazz korosunda Aqua de Beber söylerken, ritm tutucam diye ankara havası oynamaya başlamışlığım dahi vardır. Hiç umursamıyor gibi görünüp 5 saat sigara böreği sarabilirim bir international day için. Ama bütün bunlar ben, bütün bunlar benim ve bütün bunlar geldiği gibi... Yani Türkiye'de nasıldıysa öyle dürtüler içimde. Ne bir uyum sağlama telaşına girdim, ne de Türküm ben heleloyyy kafalarına... O vakit nefret ettiğim Tarkan'dan hala nefret ediyor, elektrikli bağlamanın sesine hala tahammül edemiyorum misal(sırf bu yüzden çok sevdiğim halde müziklerini, üç şarkıdan fazla Babazula bile dinleyemem). Sırf Türkiye'yi temsil ediyor diye Hadise'ye bok atmaktan çekinmeyeceğim gibi, Norveç'e oy verirken de elim titremez. Benimle ilk tanışıldığı vakit kim olduğumdan önce, Türkiye'nin Avrupa Birliğine Girmesi hakkında ne düşündüğüm ise merak ettiği karşımdakinin, koşarak kaçmak isterim. Ve bu örnekler böyle uzaaar gideeeer.

Bütün bunları anlattım çünkü ben insanların, normalde iletişim kurmayacakları, arkadaşlık etmeyecekleri insanlarla, sırf yurt dışında "bir avuç" Türk oldukları için arkadaş olmalarını anlamıyorum, anlayamıyorum. Eğer sana lazım olan, lazım gelen Türk ise yurt dışına çıkmak neden?! Her gittiğim yerde, bir şekilde en yakınımda bir Türk oldu. Ama şunu çok rahat söyleyebilirim ki bunu mümkün kılan herşeyden önce "aynı dili" konuşabiliyor olmaktı. Ve burda aynı dilden kasıt safi Türkçe değildir tahmin edilebileceği üzere.

Ben "Türk'e Türk'den başka yoktur dost nimet" dalgalarına inanmıyorum. (Nice Türk arkadaşımı toplasan bir Rasa, bir Marc etmez misal nazarımda.)
Ve biraz faşizanda olsa, insan ilişkilerini, millet kimliğinden bağımsız düşünemeyen bir insanın, turistik sebepler, kısa süreli ikametler haricinde yurt dışında bulunmasının hata olduğunu söylüyorum.
İşte kırk milletten göç alan Almanya'daki Türk problemi, işte yurt dışından ihraç edilen damatlar gelinler, işte 19 dan sonra evlendirmeler kız çocukları, işte hala ülkesinde yaşadığı ve aynı dili konuştuğu adama "gavur" demeler... O insanların haklı sebepleri var en azından. Neredeyse yarım yüzyıl önce başlayan bir göçün, dil bilmeden etmeden, doğru düzgün bir uyum/uyuşma politikası olmadan, saçma sapan koşullara entegre edilmiş insanları onlar. Peki ya biz, lisansını masterını yapmış, deliler gibi ingilizce konuşabilen, iletişim konusunda sıkıntısı olmayan biz milletçilik yaparsak ne fark kalıyor o burun kıvırdığımız göçmenlerden? Onları yerip de kendimizi yermezsek riyakar olmuyor muyuz?
Bu kadar lak lak yapan kendim de dahil, yurt dışında yaşamaya meyil etmiş herkesin şapkasını önüne çıkarıp bir düşünmesi gerekiyor bence.. Demem budur.

Ve dip not: Kimsenin bir üstünlüğü ya da eksikliği değil, herşeyin herkese göre olmadığıdır vesvesem. Demişler ya "Hacı hacı olmaz gitmekle Mekke`ye, dede dede olmaz gitmekle tekkeye" diye.. O hesap işte...

7 Aralık 2009 Pazartesi

yazacak başlık bulamadım

..nasıl seçimler yaptığımı fark edip hayrete düşüyorum yer yer. misal şu anda konunun referansı, sabah şu saat olmuş hala bitiremediğim bir makale.
sana verilmiş bir seçme özgürlüğü arkadaş! git demiş adam, paşa gönlüne göre bir konu seç.
var işte genel geçer bin tane şey. seç birini. ne literatur arama derdi ne bişey. hatta hali hazırda kritiği yapılmışlar var. ama yook! olur mu! illa sofistike olmak lazım. gidip "yolsuzluk ve cinsiyet" gibi osuruk tısırık bir konu seçecek, zar zor bulduğun 3-5 tane literatüre, hiç bir altyapın falan olmadan meydan okuyacaksın. bunu da son iki gün yapacaksın hatta ki daha heyecanlı olsun. niye?

sıradan olmak, sıradan bir aksiyon almak bu kadar mı zor hayret arkadaş!?
bazen kendimi nefesimi tutmak suretiyle boğmak istiyorum iş bu sebepten. ceza olsun diye haşlanmış ve iki gün bekletilmiş yumurta falan yedirmek istiyorum kendi kendime.
hatta bir elimle kendime tokat atıp, diğeriyle de tokat atan elimi sıkarak tebrik etmek istiyorum şu anda.(bu sonuncuyu yaparak bir nebze ayılabilirim belki.evet.)

vaka özeti: saat altı.. iki saat sonra ders var.. 5-6 saate annem geliyor, onu alıcam amsterdamdan.. sonra rasa ile proje.. aynurla bütçe planı.. dün de 4 saat uyudumdu.................

"...and the relation between gender gap and corruption perception index might not always be signficaaaaananıııııııııııı!"

20 Kasım 2009 Cuma

Jack yanağından makas alırım




Seni çoksevdik Jack kardeş.
Henüz 25 yaşında olduğun için...
Kafamız güzel olmamasına rağmen donumuz ıslanana kadar bizi zıplattığın için.
Kafandan su gibi ter gelene kadar kendin zıpladığın için.
Hollanda'daki muhtemel en keyifli akşamı geçirdiğim için..
Nele ev arkadaşım olduğu için ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha hatırlattığın için..
Bin tane şey varken aklımda, bundan iki sene sonra, senin gibi bir sahnede zıplamaktan başka birşeyi düşünmediğim bir kaç saat geçirdiğim için..
Velhasılında sorarım sana Jack!
Did we really fall in love?

18 Kasım 2009 Çarşamba

Oceansize

Üzerine kayalar yağarken biri baş ucunda ninni söylese, Oceansize ın yaptığı müzik olur.

16 Kasım 2009 Pazartesi

sam amca sen naptın!




kim gönderdi carissas's wierd şarkısını sam amcaya? söylesin kızmıycam.

9 Kasım 2009 Pazartesi

tespitim geldi hanım

1)merdivenlerden adımlarımı pat pat diye atmak suretiyle inip çıktığımda, tıkalı olan burnum bir nebze olsun açılıyor. ama bunu arka arkaya bir kaç kez yapınca nefesim kesiliyor. tarif edilemez bir ikilemdeyim bu sebepten.

2)evin içinde üzerinde robe de chambre ve elinde bir rulo tuvalet kağıdıyla dolanmak çaresizlik hissi veriyor.

3) iki gün önce ateşim 39.5 u geçtikten sonra ev arkadaşımla türkçe konuşmaya başladım(mışım.) komik lan!

4)antibiyotik olmadan da iyileşilebiliyormuş. kaldı ki akdenizin turuncu yok. bir de o olsa demek kafamın üstünde bireyk dans yaparmıştım şimdiye.

5)bu dönem kesinlikle yanlış dersleri alıyorum. kesinlikle.

6)tam emin olmamakla birlikte mandalina yemek de tıkalı burnu açıyor olabilir. (gidip şimdi cognitive neuroscience master ı yapan ev arkadaşıma bu teorimi söylesem beni kepçeyle kovalar mı acaba?)

7)ben baya kanto seviyormuşum da haberim yokmuş. yanına da kulüp rakısı gider gibi geliyor dinlerken. kulüp rakısı içmedim hiç halbu ki, tadını falan bilmiyorum. onun yanına da beyaz leblebi. keza beyaz leblebiyle rakı da içmedim hiç. ama vardır kemal paşa nın bir bildiği herhalde.

dün gece..

3.30 da uyanıp "düşünmek istemiyorum" dedim yattığım yerden. uyurken yoruluyorum...

8 Kasım 2009 Pazar

kendime çelme taktım

bütün gün "science of sleep" temalı videolar izledikten sonra youtube da, malum linke tıklamasaydım tekrar dinlemek için o şarkıyı, Charlotte Gainsbourg un bizim Stéphanie olduğunu nerden bilecektim...

6 Kasım 2009 Cuma

domuz gribi

bir insanı şartlamayla grip yapmak mümkün müdür?
havaalanındayken girdiğim "nerde bu virüs" paranoyası, çok değil ikinci günde beni al aşağı etti.
öyle böyle dağılmadım..
burda olmak istemiyorum şu anda, burda değil..

4 Kasım 2009 Çarşamba

döndüm..

..döndüm ki döndüğüm yerde değildim.

11 Ekim 2009 Pazar

jamais vu / deja vu

dredg - jamais vu VS. lamb - gorecki

bir deja vu dan öbür jamais vu ya salıncak...
hiç olmamış gibi herşey.
kesintisiz tekrar ediyor gibi herşey.
biri diğerinden daha gerçek değil.
biri diğerinden daha güzel değil.

bütün bunları yapan şu durmayan yağmurdur diye varsayıyorum.
güneşli olsaydı hava çünkü, ikisini de siktir eder, flunk - on my balcony dinlerdim.

10 Ekim 2009 Cumartesi

friendfeed twitter fb ab cb db ob beeeee!



facebook a tr de ilk üyelik alan guruhtan olduğumu farzediyorum. friendfeed/twitter için de aynı geçerli. biraz da o dönem ergün etkisiyle gün içinde sayısız siteye/sosyal network e üye oluyordum. ama ne kadar kendimi eğitmeye(!) çalıştımsa da, sanırım benim bu mevzularda ıskaladığım bir şey var.

mirc fenomeni! böyle vakti zamanında irc de toplamı 3 ü geçmeyecek kanalda, hemen hemen aynı tipler allahın günü haberleşme halindeydik. aşk meşk dalgaları bir tarafa, milletin birbirinin ödevini falan yaptığını dahi hatırlıyorum kanal üzerinden. hatta saatli buluşmalarla sanal doğumgünü partileri falan yapıyorduk o kadar. ailemizle yaşamaktan nefret ettiğimiz bir ergenlik döneminin alternatif evi gibiydi aslında. millet böyle nasıl özelini paylaşırdı deliler gibi. dahası var olmayan özeller yaratılırdı hatta. yakaladığım üç beş çakma travma hikayesi falan vardır böyle, yakalayamadıklarım da vardır eminim yaşımı göz önüne alacak olursak.
şimdi neredeyse 10 yıl sonra, bu friendfeed e twitter a bakıyorum ben gün içinde. yer yer bir şeyler post ettiğim de oluyor elimin altında tabda açıksa. çoğunlukla başka siteler üzerinden beslemelerdir yansıyan ama.
aman diyim şuraya yazdıklarım 'antipopulizmin karşı konulmaz populerliği' gibi anlaşılmasın. en nihayetinde ben de facebook da 50 tane albüm biriktiren, ona buna yorum yapan, resim yorumları üzerinden gününü şenlendiren naçizane bir kulum.
ama anlamadığım şey biraz da mirc li yıllarda bilip de unuttuğum o paylaşım istekliliğinin kendisi sanırım. bu friendfeed/twitter ahalisinde, "şimdi evime doğru giderken markete girdim, kaymaklı yoğurt mu alsam torba yogurdu mu acabaaa?" gibisinden bir postun varlığı kadar, ona "like" diyeni de anlamıyorum. şimdi onu yazanın sebebini, karar verme mekanizmasını devretmenin dayanılmaz hafifliği, başedilemez yalnızlık, ya da işte sanal komünikasyon bağımlılığı olarak falan bir şekilde açıklayabiliriz sanırım. ama ona 'like' diyen adamın aklından geçeni anlamıyorum ki ben. neyi sevdin beğendin a abicim? bir insanın iki yoğurt arasındaki kararsızlığını mı, yoksa günlük yaşantı içinde milyon tane bunun gibi an olmasına ve bunun nitelikte hiç bir özelliği olmayan bir aktivite olmasına rağmen onu ordaki 50 kişiye birden yöneltmesini mi sevdin? o tuşa basarken aklından geçen nedir yani? "ahah ne güzel yoğurt alıyorsun papatyacan! akşam bana mantı mı yapacan?" gibi bir yorum yazsa, şerefsizim bu kadar takılmayacağım. yani bir şekilde ben resmen insanların alışveriş listelerini, içtikleri çaya attıkları şekerin cinsini falan takip eder oldum. hayır, kapatsam kapatamıyorum iradesizlikten, bakmasam bakmadan duramıyorum gün içinde gelen "best of feeeeeds" notification hadisesinden. bazen de gerçekten yararlı bir iki birşeye rastlama hali var tabi kapatmaya caydırıcı nitelikte. tam bir parçası da olamıyorsun. böyle salak bir durumda özetle bu sosyal networklerle ilişkim. ne olmuştu da mirc falan patlamıştı onu da hatırlamıyorum ki tarihten destekli teorilerle çıkayım ortaya.

geçen yine böyle altında 40-50 comment sıralanmış bir iletiye bakıyordum. commentler de olan şey 3-4 kişinin yine yukardaki yoğurt örneği gibi bir ileti üzerine muhabbeti. ama yorum sayısının çokluğundan mütevellit ff in algoritması o iletiyi "best of feeds" listesine çakıvermiş. aklıma bakırköyde ilker'in oturduğu sokakta, camdan cama sürekli muhabbet halinde olan teyzeler geldi görünce. aslında birbirine bir bardak çay içmeye bile gitmeyen yıllardır belki, ama 10 ar dakikalık aralarla birbirilerini "update" eden teyzeler. onların ki kalastan camdan pencere ise, bizimkisi de bu işte.
bill amca windows u sen gel bir de şimdi gör!

9 Ekim 2009 Cuma

odenplan şen oluuuurrrr!



deniz bunun "human piano" sunu yaptıydı benim sesimi ve fotoğraflarımı samplelayarak, ama powerpoint de.
tez flash da yapıla, buralara koyulaaa!

5 Ekim 2009 Pazartesi

procrastination



kümülatif olarak artan bir "to do list" in karşısında, periyodumdan mı stresten mi olduğunu bilmediğim bir karın ağrısıyla kıvranıyorum.
saat olmuş yine 23:00...

....


master'ı en çok sonunda 'bir şey' e odaklanmak ve bütün eforumu ona sarf edebilmek için istemiştim.
şimdi aynı sebepten doktora hayali kuruyor, ruhiye ablayla groningende bir kafe, murat abiyle jönköpingde bir restoran açma planları yapıyorum.
ve rasayla tam olarak maksatının ne oldugunu kendimizin de anlamadığı ve plan sayılamaycak kadar soyut hayallerimiz(!)var oturup üzerine ciddi ciddi kafa yorulabilecek cinsten. denizle yaptığımız kayıtları ve "bir sekiz şarkı daha çıkartırsak turneye oynarız" nidalarımızı saymıyorum dahi...

şimdi tam şu anda, gender üzerine bir makale teklifi yazmam gerekirken, diğer taraftan birbiriyle alakasız konular üzerine okumam gereken 2 tane economic history makalem var farklı tablarda açık. hiç öğrenmediğim advanced calculusu bir kaç haftada öğrenip, advanced mikro'dan geçmem; game theory nin anasını ağlatıp markets and competition ödevini hazırlayabilmem lazım. türlü tez okumaları yapıp bir taslak çıkartmam, o çıkarttığım taslağı tez elden isveç deki hocama göndermem lazım. kışı hastalanmadan geçirebilmek için haftada en az bir kaç gün spor yapabilmem, ve zıçtıımın gre sini verebilmek için de bir kaç saat verbal pratiğine zaman ayırmam lazım. bu hafta sonu adam gibi sınavlara çalışabilmem lazım ki deniz geldiğinde huzurlu bir haftamız olsun veakabinde istanbul'a ve oradan ankara'ya gidebilirim.
sonra geri gelirim...
sonra hikaye başa sarar...

.....

çok nadir anlar var yaptıklarımın hepsinin birlikte bir şeye hizmet ettiğini hissettiğim... o anı o şekilde tutmaya çalışıyorum ama olmuyor. parçalarımı bir araya getiremiyorum. sonunda kendimi "hiç" yaparken buluyorum.
birgün, çok uzun süre "hiç" yapmış olmaktan korkuyorum. kendimi mütemadiyen "hiç" yapmaktan yakınırken bulmaktan korkuyorum en kötüsü, ve bunun için alakasız şeyleri suçlarken bulmaktan...

yapılacakları ertelemek için, bunun gibi gereksiz uzun yazılar yazmayı alışkanlık haline getirmekten korkuyorum bir de...

30 Eylül 2009 Çarşamba

bir kere daha: "boa sorte"



Veee bir kere daha "boa sorte" diyoruzzz!
Jazz, Blues, Bossa korosunun ikinci hafta çalışmasına dayanamayıp bir şişe Porto şarabı götürdüm yanımda (cesaret versin hesabı.
Akabinde kaçınılmaz bir Porto sohbeti...
Akabinde "portekizce şarkı söyeyebilir misin?" sorusuna, Porto şarabının çakırlığıyla verilmiş "evet" cevabı..
Aralık da, bir hayalimi gerçekleştirip, Portekizce solo söyleyebilirim...
Düşünmek bile dizlerimin bağını çözüyor...
Yaw Groningen, sen de Porto kadar güzel bir şehirsin vesselam!

27 Eylül 2009 Pazar

jolanda dan devre-mülk

Yeni eve taşındım. Benim için yeni ama özünde gayet Eski bir Hollanda evi ki ev de tastamam dayalı döşeli devredildi eski sahibesi Jolanda tarafından. Belki onunla tanışıp, bir kaç kere sohbet etme fırsatı bulduğumdan şimdi kendimi onun hayatını devralmış gibi hissediyorum. (Kadim ev arkadaşım Sinem ben İsveç'e gidince benim odama geçtiğinde benzer bir ifade kullanmıştı.) Bilinçsizce tekrar ediyor olabilirim.) Daha önce de eşyalı evlere taşındım ama öncesini bilmediğinden eşya sadece eşya olarak yer ediyor kafanda. Bu sefer biraz farklı oldu.

Mutfağında yabani otlarla ve elma ağaçlarıyla kaplı bir bahçeye bakan görece geniş bir balkonu var. Sigara'ya yeniden başlatacak cinsten hem de (!) 2 katlı, 2 kişilik, ahşap merdivenli, böyle küçükken hayalini kurduğum gibi bir ev..

Ne diyordum devre-mülk.. Karşı duvardaki martılı saat de bir hikaye devredilmiş, hemen yanındaki kitaplıkta inci gibi dizili duran Fransızca kitaplar da. Sağda solda bitkiler, duvarlarda avant-garde tablolar ve o tablolarla anlamadığım bir şekilde uyumlu ikea mobilyalar, yerde tam ayağımın dibinde kedi gibi kıvrılmış yatan ev arkadaşım Nele....
Beynimin içinde muhtelif yerlerde yanıp sönen ampüller var da gözlerimi kamaştırıyor gibi şaşkın şaşkın kısıyorum onları bazen, hatta bazen cidden başım dönüyor şu oturduğum kanepeden mutfağa yürüken.

Evvel referansımı kaybetmiş oluşumla alakalı söylediklerimin hepsi ülke bazındaydı ama şimdi şu ancak zeytinyağı ve limonla servis etsen rakıya meze olabilecek beynim, bu evdeki her minik detayı İstanbul'la eşlemeye çalışıyor. Nele Sinem oluyor, şu koltuk da kırmızı değil mavi... Sonra hoop gözüme kitaplıktaki kitapların üzerinde dizili anlamadığım fransızca kelimeler takılıyor, odadan kafamı uzatıp bakıyorum üst kata çıkan merdivenlere ve kendime geliyorum. Bu böyle bir kaç gün daha devam eder diye tahmin ediyorum. (Bütün bunlar evi temizlerken kullandığım kimyasalların yan etkisi de olabilri pekala, göriciiz.)

....

Yazarken çirkin geliyor şu zamanın yaşananlarını yazmak günlük tutar gibi ama dönüp dönüp yoklamak fikri güzel. "Olm bir şarkı vardı ya acayip güzeldi, neydi onun adı ki?" sancılarına benziyor çünkü bazen bir anı hatırlamak bir uyaran olmadıkça. Mobil olma sorunları yaşamadan önce çer çöp biriktiriyordum, onu da yapamıyorum artık.

Bir çizim defteri ve eski çin gazetelerinden yapılmış boya kalemleri attım mutfak masasının üzerine. Gidip geldikçe bişeyler çiziyoruz üzerine, notlar düşüyoruz Nele ile.
24 saat de bir kağıt doldu bile. Maksadına hizmet ederse, "sevgili günlük" klişeşerimin yerini 5 yaş otistik çizimlerim alabilir.
Onu da yapan çok, orjinal değil her türlü ya neyse...
Yemişim...

23 Eylül 2009 Çarşamba

you can't take the picture of this...

... it is already gone!

ocağın sönsün yünivörsiti of marmıra e mi!

sanki ben 4 sene iktisat değil de başka bişey okumuşum. hatta hiçbişey okumamaşım. hatta öyle bir okul yokmuş bile. hala elimde olmayan diplomam bu son tezimi destekler nitelikte.
yani yok olamaz böyle bir saçmalık.
okuldan okula eğitim fark eder de böyle, bu şekilde değil.
dahası ordan çıkan adam başbakan olmuş bu ülkeye..
yanlış yere yürümüş amerika'da bu rte bugün, "durun ordan geçmeyeceksiniz" falan demişler bizimkiler ingilizce anlamamış. ben de şimdi aha öyle derste anlatılanlar bambaşka bir dildeymiş gibi anlamıyorum.
rte ile kader ortağı olmak da varmış, limon sıkaydım öyle ortaklığa.
ben o adamın özürlülüğünün bile o okuldan kaynaklanmış olabileceğini falan düşünmeye başladım bugün benzer mallıklar yaşadıkça derste...
ocağın sönsün lecole de la marmıra. basket potaların yansın hatta!

21 Eylül 2009 Pazartesi

Tokat atarim sana Noah and the Whale

Dun aksam Hollanda daki ilk konserime gittim: Noah and the Whale.
Simdi oturup "ve dun aksam cok yagmur yagiyordu sevgili gunluk" minvalinde olsun diye yazmadim bunu, bir mecalim var a dostlar...

Bu UK den cikma caaanim grubumuzun iki tane albumu var ikisi de birbirinden leziz. Ben bunlari "2 atoms in a molecule" sarkilariyla tanidim bildim sevdim. Last.fm de denk gelmistim (hani su fitne yuvasi yasakli last fm) Neyse bir heyecan, yeni ev arkadasim acti gecen "2 atoms in a molecule", dedi "bildin mi bunu bak ben pek severim". Benim son bir yildir alarm sesim, ringtone um sarki bu sarki. Oyle seviyorum yani.. Dedi ki Dear Nele, Pazar gunu geliyorlar gidelim. Uctum havalara.. Dun kalktik gittik velhasil.

Konser sonrasi 3 alternatif tespitim var gruba iliskin, 3 u de birbirinden osuruk:
1-Turnelerde yorgun dusmusler depresyona girmisler
2-Hollanda ya her gelen grup gibi takilmsilar da takilmislar kendi dunyalarina dusmusler
3-Gotleri kalkmis kendilerini Sigur Ros zannetmisler..

Boyle bir depresif hareketler, bir seyirciyle hic konusmamalar, iste arada "shut up!" diye bagirmalar, bir de uzerine calmadilar 2 atoms in a molecule. Heima dan arak bir atraksyonla da kapattilar amcalar konseri.

Bir grup butun sarkilarini calmak zorunda degildir suphesiz konserlerinde. Boyle tavernaya eglenmeye gitmis de peceteye yazip istek yaptigi sarki calmayinca nevri donmus maganda agzi gibi olmasin. Ama bu grup cicegi burnunda, iki albumluk bir grup. Oraya gelen insalarin ceyregi sadece dinlemistir bu grubu (konsere beraber gittimiz 8 kisilik arkadas ortamindan cikardim aha da bu istatistigi, sample size i kurcalamayiniz). Bu turneye cikmalarini mumkun kilan populeriteyi UK pazarinda ve webde hit olan sarkilariyla yakalamislar ki bunlardan biri de 2 atoms in a molecule (bakiniz last.fm de top tracks 4. sirada sarki)
Yani calmamak niye?!
Yaptigin muzikten baska bir karakteri oynamak niye? Oynamak niye hatta ve hatta seni alti ustu 200 kisinin dinledigi got kadar sahnede?

Placebo ornegi geldi aklima simdi yazarken. En sevdigim parcasidir "I know". Iki konserlerine gittim biri Tr de biri Portekiz de ben bu amcalarin, hic birinde calmadilar. Niye calmiyorlar demedim. Calmadiklari bir suru sarkidan biriydi sadece I know. Top tracks ilk 15 de bile yok. Calmazlar calmazlar..
Bizim delikanlilarin ki ise isguzarlik ama. Adamlar kendi popularitelerini reddederek "cool" u oynadilar kendilerince. Yersen..

Iste boyleyken boyle oldu a dostlar. Canli canli dinleyecegim diye iki gun tepindim durdum da dinleyemedim diye kuyrugum acidi ozetle.

19 Eylül 2009 Cumartesi

can yuuuuu spot aaaaa patterrrnnn!?!?



ratatat remixini dinleyip, orjinal videosunu izleyerek, böyle böyle şeyler...



"...I am leaving this harbour
Giving urban a farewell
Its habitants seem to keen on God
I cannot stomach their rights and wrongs

I have lost my origin
And I don't want to find it again
Whether sailing into nature's laws
And be held by ocean's paws

Wanderlust! relentlessly craving
Wanderlust! peel off the layers
Until we get to the core

Did I imagine it would be like this?
Was it something like this I wished for?
Or will I want more?

Lust for comfort
Suffocates the soul
Relentless restlessness
Liberates me (sets me free)

I feel at home
[ Bjork Lyrics are found on www.songlyrics.com ]

Whenever the unknown surrounds me
I receive its embrace
Aboard my floating house

Wanderlust! relentlessly craving
Wanderlust! peel off the layers
Until we get to the core

Did I imagine it would be like this?
Was it something like this I wished for?
Or will I want more?

Wanderlust! from island to island
Wanderlust! united in movement
Wonderful! I'm joined with you

Wanderlust!

Can you spot a pattern?

(relentlessly restless)

Can you spot a pattern?
Can you?..."

15 Eylül 2009 Salı

bi siktir git gmail

ne vakit inboxta birsey arayacak olsam onlarca log cikiyor karsima. sonra soluma sagima bir sogukluk... oturup okusan ayri dert, silsen ayri. hafizani sevmiyorum senin gmail. suursuz ol biraz be. iki insan ol!

12 Eylül 2009 Cumartesi

geçmişten bir mail

Portekiz'den İstanbul'a dönmeden az evvel yazmışım Sinem'e..
Haziran 2006..

"İkinci memleketi terk etmeden az evvel bir mail daha döşemeli değil mi? İki ayağının bastığı yer senin yurdundur demiş Abidin Dino. İki ayağımı hızlı hızlı oynatma zamanı gelmedi mi? Yeniden başka topraklar fethetmeli... Hâkimiyeti ilan etmeli. İmparatorluklar yıkılır imparatorluklar kurulur içimizde. Rönesanslar, reformlar oluverir. Kendimize keşifler yapar; üçüncü, beşinci dünya ülkelerini keşfederiz. Evvel sömürür sonra sömürülürüz muhtemelen. Birbirinden farklı ama en önemlisi yeni yepyeni kültürler ürer orda. Kendi içimizde kültürel değişim programları uygular Erasmus bile oluruz değil mi? Bastığın yer ülkendir işte. Sen de tek hâkimi güzel ülkenin… Sen ziyaret etmezsin aslında hiç kimsenin diyarını. Attığın her adımda yeni ziyaretçileri olur senin ülkenin. Gelip geçen sen değil onlardır… Fark etmezsin. Sen onları önemsediğin kadar önemlidirler. İmtiyazlar senin verdiklerinle sınırlıdır. Zaman zaman ülkenin kanunlarıyla yargılar bazen haklı bazen de acımasız cezalar verirsin. Kimi zaman diktatörüsündür kendi ülkenin, kimi zamansa açmışsındır kapılarını demokrasiye. Kendini ülkenle ilgili kararları tek başına alamaz, yahut almazken bulursun bazen. Ama demokrasi zor iştir. Hükümetleri yıkılır, rejimleri değişir ülkenin. Tersine devrimler oluverir. Bir de bakmışsın ki yine diktatörü olmuşsun topraklarının. Astığı astık, kestiği kestik, kimseye müdana etmeyen... Hep çalışan bir tarafı vardır kocaman gökdelenleriyle ülkenin. Asık suratlı, saat kadranı gibi monoton, koşturup duran insanlarla dolu şehirleri vardır. Vakit tatil vaktiyse güneyine gidilir topraklarının. Bol güneş, bol kum… Yahut yağmurlu bir sonbahar vakti huzurla dolar ülkenin şehirlerinden biri. En güzeli de tüm şehirleri yakındır birbirine senin topraklarının. Sadece ekonomisini, hukukunu değil; yağmurunu güneşini de kontrol etmektesindir o toprakların. Doğa anası da sensindir ülkenin. İstediğin gibi giydirirsin gökyüzünü. İki ayağını bastığın yer senin ülkendir işte. Dahası yok. Bir ben, bir kendim, bir de ülkem geliyoruz iki gözüm… Az kaldı…"


yüzümü ıslattı..
"başka topraklar"ın sonu yokmuş ülkeni de alıp gidecek...

5 Eylül 2009 Cumartesi

referansimi kaybettim

stockholm`deyim bir kac gundur. kac kere alakasiz cumlelerde alakasiz cografyalarin adini geveledim bilmiyorum... deniz gece bas agrisindan neredeyse atak gecirecekken, bir an hollanda´dayiz zannedip, hastaneye gidersek saglik guvencemiz gecer mi diye dusunmeye basladim. ertesi sabah jonkoping`de uyandigimi, bugun ise yarin bremen e degil istanbul a ucacagimi zannettigime yemin edebilirim.
referans cografyami kaybettim bu haftasonu, cok basim agriyor...

31 Ağustos 2009 Pazartesi

"I am too young to be a hippie to old to be a punk"

Demiş kim demiştiyse nereden aklımda kaldıysa...
Bugün, önce Bragi diye 200 yıllık bir koronun çalışmasına, sonra da sırf gitmedim dememek adına bir ex-change partisine gittim Groningen'de.
İşte tam yukarda yazan gibi arada sıkıştım kaldım:
Bir erasmus partisini kafam kaldırmayacak kadar yaşlı, bir koroda 3 saat Beethoven söyleyemeyecek kadar gencim sanırım.
İşbu sebepten başım ağrıyor olabilir şu anda..
Pekala sapla samanı karıştırıyor da olabilirim.
Onun için en güzeli her yaşta uyumak.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

nederlentıraleylilaylilalililom :çok da acayip olmayan durumlar (2)

-En korktuğum şey başıma geldi, blog günceye dönüştü. Olmaz olsun..

-O değil de ev buldum resmen. Şaaahane bir insanla beraber, merkezde, dayalı döşeli bir deee balkonu var. İsveç den nargilemi getireceğimdir. Ekimde çıkıyoruz eve Nele Apla ile. Yine yeni yeniden bir Alman kardeşimiz. Tesadüften fazlası var Alman işinde sanırım (Evvel Marc, Sonra Rasah, imdü Nele). Almanlarla dostluk kurmaya genetik yatkınlığım olabilir. Almanlar yenilince ben de yenilmiş sayılabilirim.

-Dün Mırmırıdan hocamla ve adaşım eşiyle buluştum, bir kahve içtim Groningen de. Sonra onlar beni burdaki Türk doktoralarla tanıştırdılar. Güzel bir yemeğin (+şahaaane sohbetin) ardından bir sokak konseri yakaladık. Çok yağmur yağdı, çok üşüdüm. Çok keyifli insanlar çok. Hepsine birer tane nazar boncuğu takacağım.

-Bisikletle mobil olmak dünyanın en güzel bir şeyi. Sırf bu yüzden dönüp dolaşıp buralara yerleşebilirim(zzz). Kendime not: git pisiklet farı al, kalın zincir al, eşek olma.

-Perşembe vize işleri için Stockholm'deyim. Akabinde home sweet home Jönköping. Deniz' e diyim de bana bir somon yapsın (Sana diyorum sana). Yapar da mübarek insan, kıyamaz. Hikmetinden sual olunmaz.

-Sabah sabah fotoğraf baktım bi dolu (Facebook crisis). İstanbul'u özledim, insanları özledim, bir zamanı özledim. Sonra camdan dışarı baktım geçti.

-Ne iyi yaptım da geldim yaw..

23 Ağustos 2009 Pazar

Hollanda: çok acayip durumlar.. wallaa.. (1)

3 gün önce Rasah ile İsveç'den arabaya yükledik bütün eşyalarımızı, Hollanda'ya taşınıyoruz. Ne onun evi var ne de benim. 10 saat sürecek sandığımız yol 17 saat sürdü. Almanya-Hollanda sınırında bir yerlerde bitik düşen Rasah'yı motive etmek için kıçımdan şarkı uydurdum çok güzel oldu ama şimdi hatırlamıyorum.

Gece 2 dde vardık Groningen'e. Bir saat daha araba kullanacak gücü olmayan Rasah'yı ikna ettim geceyi şehirde geç,rmeye. Hostele kendimizi nasıl attık, nasıl suyun altına girdik falan hepsi rüya gibi. Uyumadan Rasah nın, son 200 km boyunca alıcam diye avuttuğum soğuk birasını aldık oturduk bir köşeye. Bu arada arabayı nereye park ettiğimize dair en ufak bir fikrimiz falan da yok hani. Ama çok eminiz kimsenin bi bok çalmaya teşebbüs etmeyeceğinde, mültecilerin, çingenelerim arabalrından farksız zira arabanın arkası.

Ben evsizlik ve zilyon saat acılı yol başıma vurmuş şekilde resepsyondaki abiye sordum "sürekli oda kiralamak istiyorum var mı bildiğinzi bir yer?" diye. Abi dedi ki "benim erkek arkadaşım oda kiralıyor ama bir on güne çıkar ancak bişeyler." Soğuk bira ve duş almanın sevinci, abinin güler yüzüyle birleşince böyle bir cennet oldu bana o an Hollanda..

Ertesi gün Can2ın kuzeni Türk kadını aradım. Geldi beni aldı merkezde. Dedi arkadaşına bişeyler ısmarlayalım Amsterdama yola çıkmadan. Tuttu bizi bir Türk marketin arka tarafına götürdü. Bulgaristanlı bir arkadaşı işletiyormuş mekanı. Sonradan redlight ekürileri olduğunu öğrendiğim başı eğik iki üç tane abla da oturuyordu. Darlandıkça bir sigara bir çay içmeye gelirlermiş.. Rasah nın suratındaki ifadeyi unutmam mümkün değil: "Resmen Fatih Akın filminin içindeyiz Özge."

Kadıncağız beni eve götürene kadar yol boyunca 19 yaşında gelin getirildiği Hollanda'da yaşadığı zorlukları, nasıl kadın sığınma evine kaçtığını, nasıl dil öğrendiğini, çocuklarını nasıl kendi üzerien aldığını anlattı. Dedim ne ekstrem hayat. Çok değil bir kaç saat sonra 80 de Mamak'da yatmış, işkenceden ölümden dönmüş bir abinin Hollandaya göçüş hikayesini dinledim ağzından.

Dün akşam başka bir Türk kadının evine yerleştim. Çocuklarıyla kadın sığınma evlerinden, eski kocasından il il kaçmalardan gelen güçlü başka bir kadın. Mis gibi düzeni ama yüzü nasıl yorgun. Dedi "tek derdin oda bulamamak olsun". Sustum bişey diyemedim..

Şu son 3 gündür duyduklarım, tanıdıklarım; Ankara'daki hayatımızın ne kadar sıradan, ne kadar sorunsuz olduğuna dair teorimi doğruladi. Lise bitip de 18 i doldurunca İstanbul'a gitmemiş olsaydım ya da hiç çıkmamış olsaydım Ankara'dan bilecek miydim bu hayatları?!

Evet an itibariyle odam yok belki hala. Bavulumun biri bir yerde öteki başka..
Lakin yarın sabah okul açılıyor diye heyecanlıyım yine de...
Hatta giyeceğim kıyafetleri katlayıp ayak ucuma koyasım var...

16 Ağustos 2009 Pazar

...when in Rome

"si fueris Romae, Romano vivito more; si fueris alibi, vivito sicut ibi"

demiş St. Ambrose

meali;

"if you are in Rome, live in the Roman way; if you are elsewhere, live as they do there"

Deniz'in becayişim Meksikalı yeni ev arkadaşıyla konuşurken elli kez "..when in Rome" deyince dedik menşeine bakalım lafın da, soran olursa "kim demiş?" diye hık mık etmeyelim.




11 Ağustos 2009 Salı

Türkiye'den yurtdışına gelen öğrenci profili.....

.....deli ediyor beni deliii! diye şarkı yapacağız Deniz'le oturup tez zamanda. Olmaz arkadaş böyle birşey!
Nasıl seçiyorlar nasıl beceriyorlar da bu bilhassa ex-change gelen insanları adaptasyon özürlü, dışa açılım ruhu sıfır, geleneksel poaça tadında seçebiliyorlar anlayabilmiş değiliz.
Kiminin yurt dışında birşeyler deneyimlemeye dair en ufak bir hevesi yok, böyle birileri ite kaka yollamışcasına... Kimisinde insanın içini ekşiten bir arabesk, her daim vatan hasreti (saysan 2 ay olmamıştır çıkalı tr den ama tarhana görür rüyasında), kimisi anlaşılması mümkün olmayan geleneksel bir kafada, karma yurtda kalmak istemez, erkekle aynı banyoyu kullanmak istemez, kimisi Türkiye'de yapamadığı her boku yemek için akıl almaz bir kaşarlık sergileri tabu mabu allah ne verdiyse yıkar geçer kafasındaki hastalıklı batı fikri yüzünden, kiminin dünya dan haberi yoktur, bir google a okulun adını yazıp da aratmaktan falan acizdir....
Yani ne biliyim, yıllar var ki Portekiz örneklerinden beri şunu şöyle bağıra çağıra dile getirmek istemişimdir de bir türlü cesaret edememişimdir. İşte insanı hor görmemek lazım falan feşmekan diye. Ama yok yaw!
Herşeyden evvel nasyonalist tarafım gıcık oluyor benden bağımsız (varlığı benden bağımsız zaten o tarafımın, o sebepten gıcık olmasının önüne de geçemiyorum) Yani bu ex-change için gönderilen insanlar bir yerde burdaki Türkiye oluyor işte. bunu anlamak bu kadar zor mu. Ne alaka ki not ortalamasına bokuna püsürüne bakarak adam seçersin. Adamın gpa sinin 3.5 olması kazma olduğu gerçeğini değiştirir mi? Yani Deniz anlatıyor işte, hayatında iki kere Taksim'i görmeden İstanbul Üniversitesinde okuyan adamı yurt dışına yolladılar diye. O adamın ne deneyimleyip ne biriktireceğini, kimi nasıl temsil edeceğini hesaplayarak yola koyarsın?
Bu temsil işi de ex-change in özünde var işte. O şaşaalı international day ler bişeyler... Adam zaten safi Made in Turkey. Neyin özellikli olduğunu ayırt etme kabiliyetinden yoksun. O yüzden tabi ki kalkıp Mevlana'dan Efes'den Efsanelerden ülkenin geçirdiği tarihi süreçten bahsedecek değil. Açacak bir Tarkan, oynama şıkıdım şıkıdım, arkasından bir Sertab Erener "everyway that i can". Kabab is our food ACTUALLY and ayran is very delicious (burda actually ingilizce de eriştiği level a vurgu çekmek için.)
Oyhh neden böyle sosyal patladım? Şu sebepten: Biz geliyoruz tereley diye Tr den mesaj atan isnanlardan sadece bir (rakamla 1) tanesinin kafasının çalışması gerektiği şekilde ve gerektiği kadar çalıştığına kanaat getirdik cümleten.
(Onda da yanılıyor olabiliriz.)
Ha bütün bu mevzuyu küstahlık, burnu büyüklük olarak algılamak da mümkün. Doğrudur.
Çok da fifi!