29 Nisan 2010 Perşembe

kafama şiddetle vurmak istiyorum


Kütüphanedeyim..

Dikkatim ne zaman dağıldı hatırlasam toplamama yardım eder mi?

Karşımda uzanan 3 sıra kitaplıktaki İsveçce çocuk kitaplarının isimlerini okumaktan caydırsın diye gözlüklerimi çıkardım.

Bu sefer de camla kaplı tavandan geçen bulutları izlemeye başladım. Bulut ya bu!

Suyun tadı plastik gibi. Ya aslında öyle de değil. Yeteri kadar akışkan değil sanki. Anlatabiliyor muyum?

Atlet ve şalvarla kütüphanenin en kuytusundayım ki, rezilliğimi kimse görmesin.

Bu katta bir de mescit+meditasyon odası var. Gidip yoga yapsam beynime kan gider mi? Beyne kan gitmesi diye bişey var mı hakkaten?

O kadar bölüm varken neden çocuk kitaplarının olduğu bölümde tez yazmak neden?

Neden yazamamak asıl?

Hıdırellez ne zamandı bir de?

22 Nisan 2010 Perşembe

sol açıktan yöresel çağrışımlar..

Babam mutlu olsun diye Neşet Ertaş videosu bakarken youtube da Gülay'ın şarkısı geldi aklıma. Alakasız belki ama akabinde de Atilla İlhan'ın malum şiiri..

AYSEL GİT BAŞIMDAN

Aysel Git Başımdan
Aysel git başımdan ben sana göre değilim
Ölümüm birden olacak seziyorum.
Hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
Aysel git başımdan istemiyorum.

Benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
Dağıtır gecelerim sarışınlığını
Uykularımı uyusan nasıl korkarsın,
hiçbir dakikamı yaşayamazsın.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Benim icin kirletme aydınlığını,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

Islığımı denesen hemen düşürürsün,
gözlerim hızlandırır tenhalığını
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
Ya ölmek ustalığını kazanırsın,
ya korku biriktirmek yetisini.
Acılarım iyice bol gelir sana,
sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim.
Ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.

Sevindiğim anda sen üzülürsün.
Sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş,
uzak yalnızlık limanlarına.
Aykırı bir yolcuyum dünya geniş,
Büyük bir kulak çınlıyor içimdeki.
Çetrefil yolculuğum kesinleşmiş.
Sakın başka bir şey getirme aklına.
Aysel git başımdan ben sana göre değilim,
ölümüm birden olacak seziyorum,
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim.
Aysel git başımdan seni seviyorum...

21 Nisan 2010 Çarşamba

hayat garip toz bulutları falan..

Bu satırları Belen'in Poughkeepsie'deki yurt odasında, ranzaya uzanmış yazıyorum. Aslında bütün bir DC gezisi esnasında, bu sefer ne kadar farklı bir Amerika'ya tanık oldum, hayatımda ilk defa akademik bir makalenin sunumunu yapmak nasıldı falan diye Hıncal Uluç yavşaklığında gezi notaları yazmak istedimdi ama Volkanlar falan patlayınca benim Amerika seyahati bambaşka bir hale dönüştü.

İki gün önce İsveç'e dönmem gerekirken, yüzyılda bir olacak olay olup da İzlanda küllerini Avrupa'ya savurunca, benim uçuşum da 5 gün ertelendi. Başka hiçbir yöne uçuş ayarlayamayınca, ben de fırsat bu fırsat deyip, New York'da Culinary Arts eğitimi alan lise arkadaşım Belen'in yanında aldım soluğu. Benim yeni diyarları keşfetme roundlarımdan biri de böylelikle kendi geçmişime yolculuğa dönüşüverdi bir anda.

Bir 5 senedir falan görmediğim Belen'le iki gündür, çok önce izlediğimiz uzun bir film hakkında konuşur gibi, hayatımızın o malum 7 senesini, en olmayacak detaylarla konuşup duruyoruz. Normal zamanda akla gelmeyecek insanlar, olaylar, yer yer kıkırdayarak, yer yer iç çekerek sohbetimize konu oluyor. Hava da güzel şimdi buralarda. Sigara da var stokda. Muhabbetin belini kırmak zor değil anlayacağınız.

Poughkeepsie, Hudson River'ın kenarında, NYC ye bir buçuk saat uzaklıkta, Native American dilinde "the reed covered lodge by the little-water place" anlamına gelen ismi kadar güzel bir yer. Daha da güzel olan Belen'in aşçılık okuduğu, Culinary Institute of America'nın içinde, hep merak edip de tecrübe etme fırsatı bulamadığım şu Culinary Art hadisesini, Hogwarts'a benzeyen bu okulda, güzel yemekler eşliğinde tecrübe ediyor oluşum. Büyü değil yemek yapıyor bunlar. Üstlerinde de pelerin yerine chef whitelar, ellerinde ise asa yerine boy boy bıçaklar...

7 senenin muhabbetine dönersek... Insan eskiyormuş.. Belen'in yüzüne uzun uzun bakıyorum iki gündür. "işte şu" diye gösteremediğim o "büyümüşlüğü" görüyorum. O da ben de görüyor mudur acaba diye sık sık aynaya bakıp yüzümün eskiyen yerlerini yakalamaya çalışıyorum.

Bazı isimler, ki onlar yıllarca aynı sınıfı paylaştıklarımızdır, silik yüzlerle geliyor aklımıza. Bazıları daha büyük tepkilerle.. Şarkılarla, yemeklerle, gezilerle eşleştirmeye çalışıyoruz anıları kafamızda.
Sanki yarım yüzyıl öncesinden bahseder gibi, ilk Fethiye tatilimizi, ilk aşklarımızı, ilk genç kızlık hallerini, ilk dramaları, ilk sahte kimliği, sakladığımızı zannettiğimiz sarhoşluklarımızı, kazık atanlarıi sadık kalanları falan bir bir sıralıyoruz birbirimize nefesimiz kesilene kadar. Diğer bir deyişle birbirimizin anılarının belini doğrultmaya çalışıyoruz iki gündür.

Ve herşeyden sonra, dünya kepçe ben kazan bin tane hikayenin içinden akıp geçerken, beni asıl ben yapan o yılları anımsadıkça duyduğum minnet artıyor. Şimdi yazacağımın kulağa ne kadar ukalaca geldiğinin farkındayım. Ve işbu laf belki onlarca insanın ağzından dökülmüştür, ama demezsem çatlarım ki "bir başka lise yaşamışız."
Bir çok insanın üniversite yılları için kurguladığı hayatı, lisede sömürmüşüz.
Bu her zaman fevkalade sonuçlara sebep olmadıysa da, ota boka atlayıp, görece radikal gelen aksiyonlar almada, lisedeki arkadaşlarımın da ekseriye benimle aynı tavır içinde olduğunu görmek, nasıl neye dönüştüğümü anlamama yardımcı oluyor.

Öyle ki bilen bilir, ailemin memur ruhuyla Ankara'da kök salışına rağmen şu göçme hastalığına yakalanışımı çok sorguladığım olur. Halbu ki denklem basit.
Kulağa geldiği kadar da klişe ama insan hayatına girenlerin toplamıymış gerçekten.

Bir Volkan patladı ve ben bilip de bildiğimi bilmediğim cevabı, dünyanın alakasız bir yerinde buluverdim. Hiç de hesap da yokken..

Lise son'u hatırladım bugün. Annemlerin yeni taşındığı evde, İstanbul'a gitmek üzere bavulumu toplarken ne hissettiğimi hatırlamaya çalıştım. Kendi kendime "dağcılığa, kampçılığa, tiyatroya devam edeceğim, müziğe devam edeceğim, lisede başladığım herşeyin bokunu çıkaracağım, çünkü orası İstanbul.." diye gaz verişimi hatırladım.. İşlerin hiç de hesap etmediğim gibi gidişini ve kaçışa iten o garip bunalımları hatırladım.
Mütemadiyen bok attığım Ankara'nın ikamesini içten içe nasıl aradığımı fark ettim... Hayatımı lisede olduğu kadar dolduramadığım her ana nasıl hayıflandığımı hatırladım.
Sonra Fransa, sonra Portekiz, sonra İspanya, sonra İsveç, sonra Hollanda, sonra İsveç, sonra içinden çıkılmaz bir kısır döngü...

Arayışın kronikleştiği o belirsiz andan öncesi...
Lisenin bahçesinde kestiğimiz mezuniyet pastası...
Marmara'da okuyacağım için buruk, İstanbul diye direttiğim için gururlu ailem...
Bahçede ilk girdiğimizde boyumuzun yetişmediği kara dut ağaçlarına son bir kez tepeden bakmak...
Bir daha görüşmeyeceğimizi bildiğimiz halde "görüşeceğiz" demek arkadaşlara...

Arabesk değil hissettiğim şu anda, ama kafamda hatırladığım "o" resmin mide ekşiten duygusu..
Daha önce de attığım, ama anlatamadığım bir "six feet under" videosu aslında...

"you can't take a picture of this.. it's already gone.."

bir daha...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Bu da bir yol hikayesi olsun..





Seyahat tecrübe işidir diyenlere selam ederim. Tecrübeli insanın seyahat esnasında tongaya düşmesi daha kolaydır tezimi bir kez daha doğrulamış bulunuyorum. Bir haftalık Washington DC gezisi öncesi, iki gün Lund'da kuzenin yanında kalayım, onu Türkiye'den ziyarete gelen teyzeleri göreyim diye dün sabaha karşı 3.30 da yola çıktım Jönköping'den. elimdeki bilette Malmö duraklaması gözüküyordu ama hat numarası aynı olduğu için otobüs değiştirmeyeceğimizi düşündüm. Vurdum kafayı uyudum haliyle. Evvel'de son durağa kadar uyumuşluğum vardır Ankara Büyükşehrimin otobüslerinde, ama bunu ülke sınırı geçerek yaptığım için kendi rekorlarımı da egale etmiş oldum.

Gözümü açtığımda Cophenagen havaalanında arz-ı endam eylemiştim. Biraz uyku sersemi biraz da çaresiz şöför'ün yanına gittim (ki kendisi birazdan bahsedeceğim hikayenin kahramanı, dombili bey amca Tobbe). Dedi bekle otobüste geri Malmö'ye dönüyorum ben, ordan da Lund'a giden ilk otobüse atlarsın. Geri dönüş yoluna çıkmadan önce girdiğimiz muhabbetin temellerini de çapaklı gözlerimle böyle atmış oldum.

Tobbe bu Swebus daki hat şöförlerinden biri. Yıllardır Stockholm-Cophenagen hattının farklı parçalarında çalışıyormuş. Bir taraftan geri dönüş yolu için arabayı temizleyen Tobbe, diğer taraftan da muhabbete girdi.

"Artık firmalar sadece para kazanmak derdinde, öyle olunca da kimse bilginin (information minvalinde) ne kadar önemli olduğunu düşünmüyor. Senin gibi her hafta 4 kişi falan yanlış rotada devam ediyor yola." diye başladı hafif iç çekerek. ANladım ki devamı var bu yakınmanın.

"Eskiden biz çalıştığımız yeri severdik. Gerekirse herkes işi için ölürdü. Çünkü bilirdik ki kazanılan para neredeyse eşit paylaşılıyor. Çalıştığımız firmaların en tepesindeki insanlarla bir arada yer içerdik. Benzer evlerde yaşardık. O zaman işçi olmak bir sorun değildi bizim için İsveç'de. Ama şimdi değişyor herşey. Biz çalışıyoruz onlar kazanıyor. Benim bir şef var mesela. Benim için excel dosyasından ibaret. Yüzünü bile bilmem." dedi.

Ben de "kapitalizm" diye derin bir nida attım, 60 lık bir teyze edasıyla. Fazla da deşmek istemedim, belli ki dertli Tobbe amca. Derdine kurban olayım Tobbe amca ama sizin ki işçiliğe can kurban diyecek oldum ki, Tobbe asıl bombayı patlattı.

"Ama yeni jenerasyon bir noktada patlayacaktır. Gidip indireceklerdir patronları."

Böyle elmacık kemikleri cherry domates tadında, göbeği yer etmiş, beyaz saçlı sakallı Tobbe amca birden aşka gelince şaştım kaldım ben tabi. Böyle aktivist, politik söylemler İsveç'de duymaya alışkın olmadığım şeyler zira. Herkes güllük gülistanlık yaşayıp gidiyor. İnanılmaz apolitik bir gençlik. Ama "eski toprak" mevzusu coğrafi engel tanımıyormuş.

"Devrim mi gelecek diyorsun Tobbe?" dedim.

"Sooner or later" dedi.

Bilmediğimiz bir zamanın ideali, yıllardan yaşlanmış gözlerinde parladı o anda adamın. Gözümde gençliğini canlandırmaya çalıştım. Beceremedim.

Sonra uzun uzun evinden, bahçesinden, yetiştirdiği domateslerden bahsetti. Çalıştığı firmayı Diesel ve domuz üresi karışımı bir yakıt kullanarak "çevre konusunda duyarlı" olduğundan bahsetti. (700 litre diesel yakıta 20 litre Domuz üresi katıyorlarmış Tobbe'nin dediğine göre.)
"Bu kış çok zordu, evi satıp bir apartman dairesine taşınıcam. Bir gün işe gelemiyordum neredeyse kardan. Onca insan benim yüzümden yolda kalacaktı." dedi. Laf olsun diye de demedi. Gerçekten kaygılıydı yolcular için. Ne acayip adamdı Tobbe.

Malmö'ye vardığımızda da shift değiştirdi Tobbe. Evine geçmeden önce bir de kahve ikram etti bana.

şimdi onun bıraktığı yerden, Malmö Swebus istasyonundan yazıyorum bunları bir çırpıda. İsveç'in leziz güneşli bir gününde, Malmö Limanının yamacında, Ortaçağ Müzesinin yanındayım.

Tazesinden bir de fotoğraf koyayım, yola devam edeyim.

Hadi eyvallah..

8 Nisan 2010 Perşembe

İsveç'deki Östrojen Durumları



Ne zamandır yazmak istediğim ama hep kaynayan bir mevzuyu parrrrmaklamak isterim sevgili yurdum insanları.
Bir kadına, ne yaparsa yapsın yeteri kadar östrojen salgılamadığını hissettirecek bir memlekette yaşıyorum. Buraya gelmeden çok önce anlatılan efsane güzellikte ablalar falan epey gözümü korkutmuştu olası ego katliamları açısından. Ama bu eksik östrojen hadisesinin sebebi hiç öyle düşündüğünüz gibi, bele kadar uzanan sarı saçlar, incecik beller, uzun bacaklar; yani benim sahip olmadığım şeylerin toplamı falan değil.
Benim sahip olmadığım bir şeyin her yerde ve her zaman karşıma çıkması: süper dişilik
Üstelik bu o bildiğiniz kromozom bozukluğu falan değil, tercih sebebi süper dişilik.
Şimdi kalkıp bok atmak gibi olmasın da biraz bok atmak istiyorum ben İsveç hatunlarına huzurunuzda.

Bir gün bizim okula gelip yaşları 18-23 arasında değişen ablaları görseniz, öyle tahmin ediyorum ki siz de afallarsınız. Zaten Türkiye'den gelip, hayatının sıttin senesini sarışın olarak geçirmiş bana bile garip geldi başlarda bu kadar sarışını bir arada görmek. Peki ya siz, afallama sebebi blondielerimizin neredeyse hepsinin saçlarını oksidanla beyazlattıklarını biliyor muydunuz? Daha bitmedi a dostlar. Baldırına bacağına bakmadan her daim topuklularla, minicik eteklerle arz-ı endam eden bu ablalarımızın asıl dikkat toplama sebebi, hiç öyle düşündüğünüz gibi mükemmel vücud ölçüleri falan değil. Bunların yarısı kadar açınıp da sokağa çıkana, sürüyle taciz ederler değil sadece benim yurdumda, muhtelif evropa ülkelerinde dahi.

Sabah dokuzdaki derse bir gelişleri var akıllara zarar. Ne zaman kalktın da, ne zaman saçını başını yaptın da, makyajın, parlak simli pabuçların, incecik çoraplarınla gelebildin okula yahu! Ben ekseriye gözümdeki çapakları ayıklayamazken, ve ekseriye ya yataktan kalktığım eşofman altının üstüne bişeyler uydurup, ya da üstümde ne varsa altına bir kot geçirip, okula sadece beş dakika yürüme mesafesi olan evimden koşarak gittiysem, hep aynı hazin manzarayla karşılatım.

Bunun üzerine, bilinçli alınmış bir kararın sonucu olmasa da, değiştiğimi itiraf etmek zorundayım. Artık biraz daha özen gösteriyorum saçıma başıma. Bir maskara sürmeden çıkmaz oldum çok. Hala altımda siyah şalvarım, üstümdeki ise anlamsız bir tişört belki ama son dakka golüyle de olsa, o parfümü sıkmadan atmıyorum ayağımı kapıdan dışarı. Burnumda iki tane siyah nokta çıktığında ekstra hayıflanıyorum falan.

Bu istemsiz değişim beni korkutmuyor da değil hani. Nice babayiğit abilerimiz dahi, İsveç'e geldikten çok kısa bir süre sonra altına dar paça pantolonları çekip, saçlarını da jöleyle yapıştırıverdiler a komşular. Referans noktam Türk hatun kişisi de pek olmadığından etrafımda, ve tez zamanda bana "ya özge be ya kokoş olma allasen ya" diye tutup iki sallayacak adamlar olmayacağından, içime yer yer kurt düşmüyor değil hani. (Bu arada beni aseksüelite ırmaklarında boğulmaya kadar götürecek, erkeklerin dar paça pantolon giyme mevzusuna bişey yapılsın artık lütfen! İmalathanaler kapatılsın, cansız mankenler taşa tutulsun reca ederim!)

Neyse efenim östrojene dönmek gerekirse: İsveç biraz İzmir gibi aslını isterseniz. "Çok güzeeel" dedikleriniz ekseriye dişiliğiyle, edasıyla sizi cezbedenler. Hamuru şahane, nice koçyiğit hanım arkadaşlarım, bir dekolte utancına heba olup gittiler de İzmirliler aldı yürüdüydü geçmiş zaman olur ki, o hesap.

Bizim oğlanlar haftasonu falan dışarı çıktığımızda "offffff" diyorlar bazen. Ben iki kez diyorum, bir onlarla bir de ekstradan gözüm çıkmasın. Ama off çektiğimiz ne kalem gibi bacaklar, ne hokka burunlar, ne de o hayallerimi süsleyen sırma gibi saçlar anlayacağınız. Görmeye hiç alışkın olmadığımız yürek hoplatan miniler, ve eksi yirmilere rağmen ayağa geçirilen şeffaf çoraplar... Tıktıktık topuklu sesleri efenim İsveç güzelliği...
Google resimleri referansınız olmasın.


Rumuz: Şık Latife


demişken... düzgün bir videosunu bulamadıysam da, ağzınız tadlansın...

5 Nisan 2010 Pazartesi

daralıyorum

çoooooook daralıyorum!
darallll! haydi hop!

4 Nisan 2010 Pazar

film falan izledim bu hafta hep

Tez dönemi tez yazman gerektiği için değil, tez yazman gerektiği halde başına oturamadığın için stresliymiş. Etrafımdaki herkes başka başka yöntemlerle kendini asıl yapması gereken şeyden alıkoyuyor, istisnasız.
O alıkoyma hadisesi de her birimizi depresyondan depresyona salıyor.
Depreştikçe daha çok oyalanma, oyalandıkça da daha çok stres.
Böyle bir kısır döngünün içinde benim en büyük uğraşım filmler ve diziler oldu. (Ha bir de yer yer handcrafta sarıyorum, onu da anlatırım bir ara.)

İzlediğim dizileri sıralamak gerekirse;

Lost (yaradana kurban)
Lie to Me (bir nefeste bitirdim de yeni bölümü kalmadı)
Vampire Diaries (Sally diye Taiwan lı bir arkadaş çok methedince bir sezonu bir günde)
FlashForward (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
Fringe (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
V (yeni bölümler başladı sıcak sıcak)
House MD(Azimle biriktiriyorum bu sezonu, bir kriz anı için)
Glee (bunu da iki günde yedim)
Aşk-ı fefnu (Pihter stresimi alıyor, iki sövüyorum içimin yağları eriyor. Ednanımm!)
Ezel (Dayiii, beni bu dertlerden kurtar dayiii!)

Bütün bu dizilerin üstüne bu hafta (yıllar sonra yeniden), iki kez üstüste Rockstar, bir 500 days of Summer, bir de Where the Wild Things are izledim.

Film analizi falan yapmayacağım. Hepsi birbirinden şukela filmler allah için.

Paskalya haftamın özeti budur.
Paskalya demişken, o kinder sürpriz çikolataların ne dahiane bir fikir olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum Türk marketine düşüp de delirdiğim erken çocukluk yıllarımda. Meğer Paskalya diye birşey varmış, çikolatadan yumurta bu coğrafyaların leblebi şekeri gibiymiş. Çeşit çeşit şekerlemeleri, çikolata yumurtaları, içi çikolata dolu yumurtaları görünce hayıflandım, kıskandım. Paskalya cadısı gibi giydirilip ellerinde süpürgeler yumurta avına çıkan mini miniler bana bir nebze de olsun bayramda kapı kapı gezmelerimizi hatırlatmadı değil. Şimdi öyle birşey de kalmamış. Annemler beklemiş de çocukları gelsinler çikolata verelim diye kimse kapılarına çalmamış geçen bayram.
Bir de mendilin içinde para mevzusu vardı. Veri nays..

Hah, film diyordum. 3'ü de biribirinden şokella müzikleri olan filmler olduğu için hangisinden bir video koysam şimdi bilemedim. Hemen o piti piti yapmak suretiyle karar veriyorum. One minute!

And the winner iiiiiiisssss:
Seçemedim hepsinden buyurun...











Arada iş de yapıyorum. Walla!