17 Ağustos 2010 Salı

ARAF




Bundan 5 sene kadar önce, (Portekiz'den dönüşüme denk geliyor yanılmıyorsam) Sinem elime tutuşturmuştu her sayfası cildinden ayrılmış, harap haldeki bir nüsha Araf'ı. Şöyle elimde zar zor döndürüp arka kapağında yazanı okumuş, okuduğum gibi de kitabın içine kuyuya düşer gibi düşmüştüm:



"Kim gerçek yabancı-bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?

---

İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu. Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş ıspanağın başına gelenlere benzer - ana malzemeye yeni bir tat eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu arada. yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır."

Araf benim hayatımın bugünkü hikayesini anlatmazken Araf'ı sevdimdi. Hikayenin 'ait olacak başka yeri olmayan' safında kendime ait olacak yer yaratma kavgasındayken... Bunu böyle melankolik bir tondan içli bir şarkı söyler gibi söylemiyorum. Aksine böyle bir kavga vermenin gereksizliğine inanmaya başladığımdan bugün, o gün "kavga" dediğimi tebessüm ederek anımsamak benimkisi.

Çünkü yabancılaşma, öyle ekseriye iddia edildiği gibi ait olmadığın(!) topraklara göçmeyle başlamıyor. Göçme hevesi -ya da alışkanlığı diyelim- bir yere aidiyet hissedememenin kaçınılmaz sonucu sanki. 18 sene yaşadığım Ankara'ya, İstanbul'a hissettiğimin yarısı kadar ait hissetmiyorsam kendimi ve İstanbul'a hiç ait hissetmemişsem zaten, bu aidiyet dediğimiz belki de sadece anı biriktirmekten ibaret bir hadisedir.

Uzun lafın kısası, hiçbir şey o kadar da mühim değil artık şu adımdan başka. Onda da alfabesinde "Ö" olan memleketi bulmuşum ölsem de gam yemem...

Hiç yorum yok: