16 Aralık 2009 Çarşamba

yine şu gurbet mevzusu

Bugün Aynur'la karlı Hollanda sokaklarında yürürken (işte yıllardır özlemini çektiğim giriş)..
Ne diyordum, hah, yürürken, Türk öğrenciler muhabbeti açıldı. Burada, Groningen Universitesi'nde öğrenim gören Türklerin sayısı doktoralarla falan beraber 30 civarı yanılmıyorsam (fazlası vardır azı yoktur). Hesap ettim bunlardan bir 10 tanesini falan biliyorum, 5 iyle falan da görüşüyorum. Aynur Zernike Kampüsü'nde ne kadar çok Türk olduğundan bahsederken muhabbet döndü dolaştı, yurt dışında Türklerle Türk oldukları için görüşme muhabbetine geldi yine. Bu böyle dünün bugünün muhabbeti de değil. Ezelden beri, belirli bir sürenin üzerinde yurt dışında kalan insanın bünyesine zuhur eden bir ikilemdir diye tahmin ediyorum. Ne Türklerin içine yekten kaynamak istersin, ne de o komüniteden uzak durabilirsin. O yüzden kimsenin daha evvel varamadığı bir fikre varmış olduğumu falan düşünmüyorum. Ama muhabbetimizin üzerine eve geldiğimde, Jönköping'den Burak'ın, geçmiş de yazdığım bir cinnet postuna yorumunu görünce, dedim bu tesadüf bir cilayı hak ediyor. Buyurunuz burdan yakınız gurbetlik cigaralarınızı bu akşam o yüzden;

Bilen bilir benim öyle geleneksel konularda hiç gocunmam olmadığını. Rakı muhabbetini, göbek havalarını yer yer sevdiğim gibi, çok türkü de ağlamışlığım, gurbet günlerinde bütün yöresel yemekleri pişirmişliğim, Türkiye'den gavur ellere kutu kutu lokum, türk kahvesi ve bilimum yöresel lezzetleri taşımışlığım vardır bir elçi edasıyla. İsveç de iken ayda bir Huskvarna'daki Arap marketinden, burdaysa haftada bir Türk marketinden alışveriş yapıyor, her seferinde de anlamını düşünmeksizin "alllllaaah bereket versin" demekten pek keyif alıyorum esasen. Perşembe akşamları porto şarabımı yudumlarken, Aşk-ı Memnu izlediğimi falan da saklayacak değilim. Jazz korosunda Aqua de Beber söylerken, ritm tutucam diye ankara havası oynamaya başlamışlığım dahi vardır. Hiç umursamıyor gibi görünüp 5 saat sigara böreği sarabilirim bir international day için. Ama bütün bunlar ben, bütün bunlar benim ve bütün bunlar geldiği gibi... Yani Türkiye'de nasıldıysa öyle dürtüler içimde. Ne bir uyum sağlama telaşına girdim, ne de Türküm ben heleloyyy kafalarına... O vakit nefret ettiğim Tarkan'dan hala nefret ediyor, elektrikli bağlamanın sesine hala tahammül edemiyorum misal(sırf bu yüzden çok sevdiğim halde müziklerini, üç şarkıdan fazla Babazula bile dinleyemem). Sırf Türkiye'yi temsil ediyor diye Hadise'ye bok atmaktan çekinmeyeceğim gibi, Norveç'e oy verirken de elim titremez. Benimle ilk tanışıldığı vakit kim olduğumdan önce, Türkiye'nin Avrupa Birliğine Girmesi hakkında ne düşündüğüm ise merak ettiği karşımdakinin, koşarak kaçmak isterim. Ve bu örnekler böyle uzaaar gideeeer.

Bütün bunları anlattım çünkü ben insanların, normalde iletişim kurmayacakları, arkadaşlık etmeyecekleri insanlarla, sırf yurt dışında "bir avuç" Türk oldukları için arkadaş olmalarını anlamıyorum, anlayamıyorum. Eğer sana lazım olan, lazım gelen Türk ise yurt dışına çıkmak neden?! Her gittiğim yerde, bir şekilde en yakınımda bir Türk oldu. Ama şunu çok rahat söyleyebilirim ki bunu mümkün kılan herşeyden önce "aynı dili" konuşabiliyor olmaktı. Ve burda aynı dilden kasıt safi Türkçe değildir tahmin edilebileceği üzere.

Ben "Türk'e Türk'den başka yoktur dost nimet" dalgalarına inanmıyorum. (Nice Türk arkadaşımı toplasan bir Rasa, bir Marc etmez misal nazarımda.)
Ve biraz faşizanda olsa, insan ilişkilerini, millet kimliğinden bağımsız düşünemeyen bir insanın, turistik sebepler, kısa süreli ikametler haricinde yurt dışında bulunmasının hata olduğunu söylüyorum.
İşte kırk milletten göç alan Almanya'daki Türk problemi, işte yurt dışından ihraç edilen damatlar gelinler, işte 19 dan sonra evlendirmeler kız çocukları, işte hala ülkesinde yaşadığı ve aynı dili konuştuğu adama "gavur" demeler... O insanların haklı sebepleri var en azından. Neredeyse yarım yüzyıl önce başlayan bir göçün, dil bilmeden etmeden, doğru düzgün bir uyum/uyuşma politikası olmadan, saçma sapan koşullara entegre edilmiş insanları onlar. Peki ya biz, lisansını masterını yapmış, deliler gibi ingilizce konuşabilen, iletişim konusunda sıkıntısı olmayan biz milletçilik yaparsak ne fark kalıyor o burun kıvırdığımız göçmenlerden? Onları yerip de kendimizi yermezsek riyakar olmuyor muyuz?
Bu kadar lak lak yapan kendim de dahil, yurt dışında yaşamaya meyil etmiş herkesin şapkasını önüne çıkarıp bir düşünmesi gerekiyor bence.. Demem budur.

Ve dip not: Kimsenin bir üstünlüğü ya da eksikliği değil, herşeyin herkese göre olmadığıdır vesvesem. Demişler ya "Hacı hacı olmaz gitmekle Mekke`ye, dede dede olmaz gitmekle tekkeye" diye.. O hesap işte...

2 yorum:

beyenpe dedi ki...

Yine ben :) sıkıldıkça senin bloga sarıyorum tesadüfen de benim de kafamı yorduğum mevzular denk geliyor hep. Ancak şunu eklemek isterim ki bu durum sadece Türklerde yok sanki, ya da benim kaldığım yerden ve çevremden gördüğüm kadarıyla. Yani dediğin tek ortak noktan aynı dili konuşmak diye o insanlar sürekli vakit geçirme durumu bana tuhaf geliyor. Ha çok iyi de anlaşıyor olabilirler ama senin de dediğin gibi e kardeş bu kadar düşkündün memleketinin adamına niye o kadar sıkıntı çekip yol tepip Allahın İsveçine geldim diye sorarım adama ve soruyorum da. Misal kaldığım yer. İnsanlar resmen koloni halinde. italyanlar, onlara yakın da olan ispanyollar, Fransızlar, Çinliler tamamen ayrı bir dünya zaten, bir nevi Türkler (ben hariç). Bunların normal hayatta birbirleriyle ilişkileri var tabi ki ama kapalı kapılar ardın da sadece koloniler halinde yaşıyorlar. Hala anlamış değilim. Ve Can Dündar gibi soruyorum, neden?

elinethuil dedi ki...

Şimdi gördüm yorumu Burak. Kesinlikle bunun sadece Türklere özgü bir durum olmadığına katılıyorum. Bilhassa hispanikler ve Çinliler. Biraz daha azimle bu iki komüniteyi yakalayabileceğimize inanıyorum.
Bence hepsinin özünde özgüvenle alakalı problemler var. Kişi kendi olarak kabul görmekten ziyade milli kimlik üzerinden kabul görmeyi daha güvenli buluyor sanırım.
Geliyorum geliyorum ikinci dönem daha konuşuruz bunları uzun =)