Bu satırları Belen'in Poughkeepsie'deki yurt odasında, ranzaya uzanmış yazıyorum. Aslında bütün bir DC gezisi esnasında, bu sefer ne kadar farklı bir Amerika'ya tanık oldum, hayatımda ilk defa akademik bir makalenin sunumunu yapmak nasıldı falan diye Hıncal Uluç yavşaklığında gezi notaları yazmak istedimdi ama Volkanlar falan patlayınca benim Amerika seyahati bambaşka bir hale dönüştü.
İki gün önce İsveç'e dönmem gerekirken, yüzyılda bir olacak olay olup da İzlanda küllerini Avrupa'ya savurunca, benim uçuşum da 5 gün ertelendi. Başka hiçbir yöne uçuş ayarlayamayınca, ben de fırsat bu fırsat deyip, New York'da Culinary Arts eğitimi alan lise arkadaşım Belen'in yanında aldım soluğu. Benim yeni diyarları keşfetme roundlarımdan biri de böylelikle kendi geçmişime yolculuğa dönüşüverdi bir anda.
Bir 5 senedir falan görmediğim Belen'le iki gündür, çok önce izlediğimiz uzun bir film hakkında konuşur gibi, hayatımızın o malum 7 senesini, en olmayacak detaylarla konuşup duruyoruz. Normal zamanda akla gelmeyecek insanlar, olaylar, yer yer kıkırdayarak, yer yer iç çekerek sohbetimize konu oluyor. Hava da güzel şimdi buralarda. Sigara da var stokda. Muhabbetin belini kırmak zor değil anlayacağınız.
Poughkeepsie, Hudson River'ın kenarında, NYC ye bir buçuk saat uzaklıkta, Native American dilinde "the reed covered lodge by the little-water place" anlamına gelen ismi kadar güzel bir yer. Daha da güzel olan Belen'in aşçılık okuduğu, Culinary Institute of America'nın içinde, hep merak edip de tecrübe etme fırsatı bulamadığım şu Culinary Art hadisesini, Hogwarts'a benzeyen bu okulda, güzel yemekler eşliğinde tecrübe ediyor oluşum. Büyü değil yemek yapıyor bunlar. Üstlerinde de pelerin yerine chef whitelar, ellerinde ise asa yerine boy boy bıçaklar...
7 senenin muhabbetine dönersek... Insan eskiyormuş.. Belen'in yüzüne uzun uzun bakıyorum iki gündür. "işte şu" diye gösteremediğim o "büyümüşlüğü" görüyorum. O da ben de görüyor mudur acaba diye sık sık aynaya bakıp yüzümün eskiyen yerlerini yakalamaya çalışıyorum.
Bazı isimler, ki onlar yıllarca aynı sınıfı paylaştıklarımızdır, silik yüzlerle geliyor aklımıza. Bazıları daha büyük tepkilerle.. Şarkılarla, yemeklerle, gezilerle eşleştirmeye çalışıyoruz anıları kafamızda.
Sanki yarım yüzyıl öncesinden bahseder gibi, ilk Fethiye tatilimizi, ilk aşklarımızı, ilk genç kızlık hallerini, ilk dramaları, ilk sahte kimliği, sakladığımızı zannettiğimiz sarhoşluklarımızı, kazık atanlarıi sadık kalanları falan bir bir sıralıyoruz birbirimize nefesimiz kesilene kadar. Diğer bir deyişle birbirimizin anılarının belini doğrultmaya çalışıyoruz iki gündür.
Ve herşeyden sonra, dünya kepçe ben kazan bin tane hikayenin içinden akıp geçerken, beni asıl ben yapan o yılları anımsadıkça duyduğum minnet artıyor. Şimdi yazacağımın kulağa ne kadar ukalaca geldiğinin farkındayım. Ve işbu laf belki onlarca insanın ağzından dökülmüştür, ama demezsem çatlarım ki "bir başka lise yaşamışız."
Bir çok insanın üniversite yılları için kurguladığı hayatı, lisede sömürmüşüz.
Bu her zaman fevkalade sonuçlara sebep olmadıysa da, ota boka atlayıp, görece radikal gelen aksiyonlar almada, lisedeki arkadaşlarımın da ekseriye benimle aynı tavır içinde olduğunu görmek, nasıl neye dönüştüğümü anlamama yardımcı oluyor.
Öyle ki bilen bilir, ailemin memur ruhuyla Ankara'da kök salışına rağmen şu göçme hastalığına yakalanışımı çok sorguladığım olur. Halbu ki denklem basit.
Kulağa geldiği kadar da klişe ama insan hayatına girenlerin toplamıymış gerçekten.
Bir Volkan patladı ve ben bilip de bildiğimi bilmediğim cevabı, dünyanın alakasız bir yerinde buluverdim. Hiç de hesap da yokken..
Lise son'u hatırladım bugün. Annemlerin yeni taşındığı evde, İstanbul'a gitmek üzere bavulumu toplarken ne hissettiğimi hatırlamaya çalıştım. Kendi kendime "dağcılığa, kampçılığa, tiyatroya devam edeceğim, müziğe devam edeceğim, lisede başladığım herşeyin bokunu çıkaracağım, çünkü orası İstanbul.." diye gaz verişimi hatırladım.. İşlerin hiç de hesap etmediğim gibi gidişini ve kaçışa iten o garip bunalımları hatırladım.
Mütemadiyen bok attığım Ankara'nın ikamesini içten içe nasıl aradığımı fark ettim... Hayatımı lisede olduğu kadar dolduramadığım her ana nasıl hayıflandığımı hatırladım.
Sonra Fransa, sonra Portekiz, sonra İspanya, sonra İsveç, sonra Hollanda, sonra İsveç, sonra içinden çıkılmaz bir kısır döngü...
Arayışın kronikleştiği o belirsiz andan öncesi...
Lisenin bahçesinde kestiğimiz mezuniyet pastası...
Marmara'da okuyacağım için buruk, İstanbul diye direttiğim için gururlu ailem...
Bahçede ilk girdiğimizde boyumuzun yetişmediği kara dut ağaçlarına son bir kez tepeden bakmak...
Bir daha görüşmeyeceğimizi bildiğimiz halde "görüşeceğiz" demek arkadaşlara...
Arabesk değil hissettiğim şu anda, ama kafamda hatırladığım "o" resmin mide ekşiten duygusu..
Daha önce de attığım, ama anlatamadığım bir "six feet under" videosu aslında...
"you can't take a picture of this.. it's already gone.."
bir daha...
4 yorum:
benim ablam dc'de yaşıyo geçen haftadır. git elini öp. hala ordaysan.
tamam ilk cümleden yorum olayına girmemek gerekiyomuş. okuorum ben öptüm baay
gideydim de öpeydim keşke. ama sen git.pek güzel..
ben gidince sen de gel yolda karşılaşalım =)
Yorum Gönder